Quantcast
Channel: stupid little things
Viewing all 795 articles
Browse latest View live

(27) Rıhtımlar Üzerinde

$
0
0
Aslında en sevdiğim klasik film sorusuna 80'lerin Türk filmlerini yapıştırıp kaçacaktım, komiklik olsun diye değil, en sanatlısından en ayrobiklisine kadar severek izledim, izliyorum. Dün Sonik Hanımcığım yazdı, ben de öyle hissediyorum.

Sonra baktım gece iş bırakan Renault işçilerinin sayısı sabaha kadar binleri bulmuş, başka metal işçileri koşup gelmiş. Çok da film kültürü olmayan biri olduğumdan aklıma hemen Elia Kazan'ın 1954 yapımı dünya güzeli filmi On The Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde geldi.


Marlon Brando'nun "Metod oyunculuğuysa aha metod oyunculuğu" diye ağzımızı burnumuzu kırdığı, mayfalaşmış sendikayı ve işçilerin halini anlatan, 8 Oscar ödüllü Rıhtımlar Üzerinde. Seyredeli de çok oldu, şu sahneyi koyayım aşağıya; Marlon, mafyöz sendika başkanına bağırıyor, "Sen hiçbir şeysin!"


Yönetmen Elia Kazan'ın Kayserililiği, ispiyoncu mudur değil midir filan diye devam etmek isterdim yazıya ama bir oturdum mu kalkmak bilmiyorum kompüterin başından. Renault saat 14:00'te açıklama yapacakmış, işçilerin lehine olur umarım. Ben bile uyandım sınıf mücadelesine, darısı şişman patronların başına.

(28) (29) (30) Baroktan Girdim, Grungedan Çıktım

$
0
0
Şalanjı bitirmeye geldim, şu anda yazmazsam üç hafta falan yazamayacağım çünkü.

Film müziklerine çok meraklıyım, bazen filmin kendisinden daha iyi oluyor soundtrack albümler ama öyle albümleri çok uzun süre dinlemiyorum, unutuyorum gidiyor. İyi filmler, iyi müzikle birleşince yıllar boyu yanımda taşıyorum. 10 sene önce Pakistan'dan bir ipod almıştım, hala kullanıyorum, baktım film müziklerinden ne var içinde diye, sadece Farinelli'nin soundtrack'i varmış. Bazen her şeyi siliyorum, yeniden yüklemek üzere, buna dokunmuyorum.



Diyorlar ki Farinelli'nin sesinin etkisini yaratabilmek için bir kontrtenor ve bir mezzosopranonun seslerini üstüste bindirmişler filmde.

Bir konuda fikrimi değiştiren film deyince aklıma bir şey gelmedi ama attığı tokatları ve bıraktığı soruları düşünerek Fight Club diyeceğim bu soruya cevaben. Dün gece küçük bir parti yaptık evde, arkadaşım S. ile mutfakta tabak mabak çıkarırken bir şekilde konu filme geldi. Ben kuru kuru överken S. aynen şunu dedi, "O filmi seyrettikten sonra nasıl hala işe falan gidiyoruz, bilmiyorum".


30. ve son soru, en sevdiğim film. Buna insan gibi cevap vermek mümkün değil. Yani sadece filmlerin kendilerini sevmiyoruz ki, ne zaman seyretmişim, yanımda kim varmış falan, bunların hepsi toplanıp geriye bir adet his bırakıyor. En azından bende böyle oluyor anlaşılan çünkü döndüm baktım da yazdığım filmlerin çoğu 1990'lardan, 2000'lerin başından kalma. Ve hepsini nerede ve kimle seyrettiğimi, filmden sonra neler konuştuğumuzu, kolektif hayatımıza filmle beraber nelerin girdiğini hatırlıyorum.

The Cider House Rules ki tuhaf bir şekilde "Tanrının Eseri, Şeytanın Parçası" diye girmişti Türkiye'de gösterime, annem ve kardeşimle gitmiştik, hayatımın en güzel akşamlarından biriydi.
Kızarmış Yeşil Domatesler'i seyredeli 20 sene falan olmuş, gene annemi hatırlatıyor, dünya güzeli bir filmdi.
Vincent, Tim Burton'ın 1982 yapımı kısa animasyonu, hayatımda seyrettiğim en güzel şeylerden biri. Vincent Price olmak isteyen 7 yaşındaki Vincent'ın hikayesini 6 küsur dünya dışı dakika boyunca tabii ki Vincent Price'ın sesinden dinliyoruz, buyrun:



Persepolis'i ağlaya ağlaya seyrettim, iki defa. Kim benden geri alabilir o üç saati? Annem yıllar önce seyrettiği bir filmin peşine düştü, internette bulamadım, girmediğimiz dükkan kalmadı, yok. Nihayet Kızılay'da bir pasajda, artık kimbilir kaçınca kere filmi tarif etmeye çalışırken korsan dvdci çocuk "Tamam abla, Vanessa Redgrave var, biliyorum o filmi" dedi. 1977 yapımı Julia'sına kavuştu annem. Annemden kim geri alabilir Julia'yı?

Gene annemin beni sürükleyip götürdüğü Kramer Kramer'a Karşı, Sophie'nin Seçimi; ben kendi başıma sinemaya gitmeye başlayınca, birkaç arkadaşımla içine düştüğümüz Tarantino evreni, Günbatımından Şafağa, Desperado, Vampirle Görüşme, Trainspotting falan.

Bu kadar iltifat ediyorum, bari "the" 90'lar filmi The Singles'dan bir şarkı koyup gideyim. Naapiyim, ben de buralara salmışım köklerimi, başka yere gidemiyorum.




3 Fotoğraf

$
0
0
En başından söyleyeyim, iyi şeylerden bahsetmeyeceğim. Hava güzel filan, neşeli cuma günü havasındaysanız, bence kaçın buradan. Kaçabilsem ben de kaçardım ama bilgisayarda işim var. Bilgisayar beni rahat bırakmıyor.

Tam bir sene önce bugün, Okmeydanı'ndaki cemevinde cenaze bekleyen Uğur Kurt'u polis başından vurdu.


Yetmedi bir de gaz attılar üstüne, cemevinin bahçesine. Neden, hala bilmiyoruz. Baktım bazı gazeteler, haber siteleri filan "Okmeydanı'ndaki olaylarda vurulan Uğur Kurt..." diye vermişler haberi. Okmeydanı çünkü, öyle bir yer, olaylı; insanlar vurulabiliyor, genelde terörist bunlar, bir sonraki habere geçiyoruz.

Ertesi gün, gene Okmeydanı'nda bu sefer Ayhan Yılmaz vuruluyor.


Ayhan Yılmaz'ın Ayhan Yılmaz olduğu çok sonra anlaşılıyor, öylesine bir kimsesizlik. Kimseye zararı olmayan, mahalleden biriymiş, çocukları severmiş, sokak köpeklerini severmiş. Abisi "Saflıkları vardı" demiş, Pınar Öğünç çok güzel yazmış, şuradan okuyabilirsiniz.

Bu fotoğrafı anında gördüm ben o gece, neden bilmiyorum bilgisayarıma kaydettim. Uğur Kurt'un da buraya koymak istemediğim kadar feci bir fotoğrafını Ayhan Yılmaz'ın yanına kaydettim. Bu ikisinin yanına bir de şunu ekledim.


Ekim 2014, Kadri Bağdu gazete dağıtmaya çıkmışken vurulup öldürüldü, Adana'da. Yukarıdaki haberler nasıl Okmeydanı-cemevi ekseninde silinmeye başlıyorsa, Kadri Bağdu da dağıttığı gazeteler Azadiya Welat ve Gündem olduğu için silinmeye başlıyor hafızamızdan.

Bir başka ortak noktaları da katillerinin kim olduğunu hala bilmiyor oluşumuz. Katillerinin kim olduğunu hala bilmiyor olmamız aslında bir açıdan katillerinin kim olduğunu biliyor olduğumuz manasına geliyor. Bu cümleyi, Türkiye'de doğmamış-büyümemiş birine anlatmamın imkanı yoktur diye tahmin ediyorum. Belki Latin Amerikalılar anlar. Bilmiyorum.

Sabah erken kalktım, çalışmam lazım, çocuklarla arkeoloji projesi anlatan bir makale şöyle başlıyordu, "Hayata anlam verenler, gündelik şeylerdir. Sıradan ve olağan şeyler, genelde unutulup giden şeyler, eski hayatlar hakkında en önemli lafları ederler", sonra bir fotoğraf aramam gerekti, sonra iki dakika twitter'a bakayım dedim. Kendimi burada buldum.

Kafamın içi böyle fotoğraflarla doluyken oturup çocuklara arkeoloji ve kültürel miras bilinci aşılamanın ne kadar hayati önem taşıdığını yazmak, son derece gerizekalı bir durum. Bir çocuk yaz tatilinde ailesiyle İtalya seyahatine gitmiş, ben "İşte Pompei'yi de lavlar kaplamış" filan diye anlatırken, heyecanla "Öğretmenim hemen şurada müze var Pompei'de" derken diğer çocuk üniversitede ne okuyacaksın sorusuna "Üniversiteye gitmeyeceğim, ailemin durumu yok" diyorsa, 13 yaşında bir çocuk bunu kabullenmiş hayatına devam ediyorsa, ben bazen yatağa girip bir daha asla çıkmamak istiyorum.

Çıkıyorum mecburen çünkü hayatın gündelik şeyleri var. Köpekler mama, çiçekler su bekliyor. Gideyim de çalışayım çünkü teslim tarihleri var, şu var, bu var.

Merıba.

$
0
0
Ne yazacağımı da bilmiyorum, neyse.

Dün sabah kalkıp bilgisayarı açtım, masanın altından cozur cozur bir ses geldi, eğilip baktım, Kudi hoparlörün kablosunu dişleyip ikiye ayırdı gözümün önünde.

Bir süre kulaklıkla idare ettim, beynim yandı. Yarım saat uğraşıp bilgisayardan çıkan sesi barbar kocamın devasa amfilerine atmayı başardım.

Ya sadece barok çalan radyoları ya da dünyanın en ağlak şarkılarını dinleyip duruyorum, masada dinliyordum en azından. Şimdi Kudi yüzünden bütün eve sirayet ediyor; ya barok huzursuzluğu ya da ağlak nağmeler. 3 saattir Morrissey dinliyorum mesela, köpenklere dert olsun, naapiyim.

Geçtiğimiz bir ay boyunca ne çok şey oldu yahu. Hayatımda ilk defa bir seçim sonucunda kazanmış gibi oldum, kazanmış gibiliğimi idrak edemedim. Bir hayli yıpratıcı bir süreç oldu, belki de o yüzden. CHP ve HDP'yi alnından öpüyorum, en çok onlar çalıştı, bütün bu saçmalıklar içinde en efendi duranlar da onlar. Seçimden iki gün önce miting bombalandı, insanlar öldü, biz hala hayatımıza devam ediyoruz. Doğulu olmanın dayanılmaz hafifliği.

"Kürtler oy toplamak için kendilerini bombaladı"lardan tutun da "Demirtaş midemi bulandırıyorlar"a kadar neler neler okudum. Niye bacım, niye? Demirtaş ne etti de mideni bulandırıyor? Var olduğu için mi? Bir kesim işi gücü bıraktı, HDP'ye oy verecek insanlara sardırdı seçim öncesi, akıl alır gibi değil. Hiçbiri babamın oğlu değil, bütün politikacıların çeşitli seviyelerde yavşaklıkları var ama, bakın AMA diyorum, hiçbir siyasi oluşum MHP'nin tembel fırsatçılığına, vizyonsuzluğuna yetişemez. Geçen akşam CNNTürk'te iki MHP milletvekili gazetecilerin sorularını cevapladı, seyrettik. Soru moru cevaplamıyorlar, sadece konuşuyorlar. O kadar yerlerinde saymışlar ki son 30-40 senedir, o kadar olan bitenden habersizler ki bir anda 7 yaşımın TRT'sine falan ışınlandım; argümanlar o kadar statik, o kadar beyinsizdi. Dünya dönmüş, bu amcalar kendilerini zamkla bir yerlere tutturmuşlar, mazallah bir şeyler öğrenirler filan, allah korusun.

Neyse, koalisyon kurulsun, duruma göre tekrar çemkiririm. Benim de kapasitem bir yere kadar zaten, her şeyi anlayamıyorum.

Evde kitap koyacak yer kalmadı. (Bunu kitapların çokluğuna değil, evin küçüklüğüne bağlayınız.) Kalorifer üstlerine dizmeye başladım, belki bohem olur, bilemiyorum.

ODTÜ'deki küçük kitapçı Öykücü, geçenlerde bir imdat çağrısı yollamıştı, durumlar fenaymış. Emrah Serbes imza günü yaptı gelip Öykücü'nün kapısının önünde. Ben hala tek bir kitabını okuyabilmiş değilim, gene de Nadire'yle gittik. Kıyamet kopuyordu, kitapçının karşısındaki sandviççiye oturduk. Emrah Serbes herkese sarıldı, herkesle öpüştü, herkesle dakikalarca sohbet etti. Böyle biriymiş demek ki. Uzaktan seyrediyorduk ki Nadire "Ay ben dayanamıyorum. Şimdi kalkıcam, saçlarını şampuanlıycam, nasıl yapışık saç o?!" dedi ki haklı. Saçlara biraz volüm lazım. Başka da bir şey lazım değil anlaşılan.

O gün kitap imzalatamadık, ben sonra iki sefer gidip başka kitaplar aldım. Liste bırakabiliyorsunuz, kitapları tamamlayıp telefon ediyorlar, gidip alıyorsunuz. Böyle de bir lüks mümkün. Tabii ben dolmuşla gidiyorum okula, öyle düşünün lüksü. Çay ikram ettiler, vaktim yoktu, elime bonbon şeker tutuşturup uğurladılar.

O gün Emrah Serbes imzasını bekleyemedik çünkü Selahattin Demirtaş'ı dinlemeye gidecektik. Gittik ve nasıl sağ çıktık o amfiden bilmiyorum. Bir tane fotoğraf çekebilmişim.


Bana kalsa çimlerde çay filan içerdim başlama saatine kadar, Nadire gidip salona bakmak istedi. Konuşmanın başlamasına bir saat vardı ve salonda neredeyse oturacak yer yoktu, bir yer bulup çöreklendik. Yarım saat kadar da geç başladı, o birbuçuk saat boyunca insan seli aktı amfiye. Fotoğraftaki insanlar yakından görmek için falan ayakta değiller, yer yoktu, oralara sığıştılar. Tek kişilik koltuklara ikişer popo oturduğumuz halde yer yoktu. Yüzlercesi de kapıların önünde kaldı, içeri giremedi.

Bir noktada oksijen bitti içerde. Nadire kireç gibi oldu, bana fenalık geldi. Birimiz bayılsak buradan asla çıkamayız diye düşündükçe panik-atak tırmanmaya başladı bende. (Yeni numaram da bu, çıkışı görünmeyen kapalı yerlerde duramaz oldum, kalp krizi geçirdiğimi zannediyorum.) O arada iki büyük şangırtıyla içeri biraz temiz hava girdi. ODTÜ öğrencisi belki biraz vandal olabilir ama pratik düşünüyor allah için. O anda gelip isteselerdi, her iki devasa camın da parasını oracıkta verirdim, öleceğimizi düşünüyordum resmen.

Neyse, alkış kıyamet şakalar falan, baktılar ki olacak gibi değil, dışarı taşındı konuşma. Üstünden neredeyse iki ay geçmiş, zaten izdihamdan başka bir şey hatırlamıyorum.

Ben olsam durmaksızın bok atacağıma biraz düşünürdüm, bu adam neden bu kadar sevildi diye. Belki düşünmeye fotoğrafın sol tarafında azıcık görünen gökkuşağı bayrağından başlardım. O bayrağı oraya asabilmenin ferahlığından filan.

Velhasıl çok şey bekliyorum, umarım birbirimizin yüzünü kara çıkarmayız.

Madem gökkuşağı bayrağı dedik, şu fotoğrafı da koyup öyle gideyim. Onur Haftası kutlu olsun, hep aşk kazansın.


Ali Haydar ve Bağzı Çocuklar

$
0
0
Ali Haydar Hakverdi, Ankara 1. Bölge 6. sıradan adaydı, meclise gireceğinden zerre şüphemiz yoktu. Dün yeminini etti, bütün gün Meclis TV seyrettiğim için o anı da kaçırmadım.


Çok hastasıyız! Geçen 1 Mayıs'ta bir yeşil tişörtlüyü Ali Haydar sanmam kızlı-erkekli grubumuzda heyecan fırtınası yarattı, bir türlü emin olamadık. Sonra eve dönüp twitter'da dolanırken yeşil tişörtlünün hakikaten Ali Haydar olduğunu farkettim, mesaj yoluyla yaydım, gene heyecan fırtınası. Bir mesaj da Ali Haydar'a vereyim buradan, bir grup insan niyeti bozduk biz ahahhahha!

Şurada anlatıyor o yumruk neden kalktı diye, biz zaten biliyoruz ne demek o yumruk.

Ferhat Encü'ye, Özcan Purçu'ya çok sevindim. Garo Paylan ne kadar heyecanlıydı yemini okurken, o da boylu posluymuş, listeme not ettim. Fenalık gelmişti patates kafalı, ıslak ağızlı, yaşlı adamlardan; yüzlerce adam, bazısının sesini bir kere bile duymadık 4 sene boyunca, bir de üstüne şişmanlar.

O arada Ermenistan'da halk kendini sokaklara atmış, elektrik zamlarını protesto etmek için. Akabinde tomalar momalar, yaralılar varmış. Umarım bizdeki kadar felaket hale gelmez polis.


Sokağa çıkanlara sempatim sonsuz, "Ne kadar sularsanız, o kadar çoğalacağız" demişler. Çok haklılar. Ay şu anda bir de şu fotoğrafı gördüm, kurban olurum ahahhahha!


Barbar kocamın da 70'lerden kalma tenisçi kostümüyle toma karşısına çıkma projesi vardı, bir türlü hayata geçiremedi, içimizde ukde kaldı.

Ben de bir can simidi alsam yeridir diye tembel tembel bağlayayım mevzuyu, yağmur durmak bilmiyor Ankara'da. Hem de gökgürültülü, şimşekli filan. Barbar kocamın tükkanına matkap şarjı götürmem lazım, iki sağanak arası yakalayıp evden çıkacağım.

Yeraltından Notlar hala sürünüyor elimde ama Sema Kaygusuz'un Barbarın Kahkası'nı okudum. İki yeri battı okurken, ben de tam olarak ne istiyorum bir romandan bilmiyorum gerçekten. Ama kadın "gerçek yazar"mış, valla. İlk roman-yeni yazar okuya okuya tüm umudumu yitirmiştim, Sema Kaygusuz iyi geldi. Şimdi gündüz vakti Polis Destan Yazdı'yı okuyorum ağlaya ağlaya, gece de Algan Sezgintüredi'nin Katilin Şeyi'ni.

Ay hadi gideyim ben. Kara bulutlar toplandıkça toplandı.

Bir Yerlerde Aşk Kazandı

$
0
0
Birisi bu çok asi anarşist arkadaşlara evliliğin devlet önünde öpüşmekten haz almak değil, devlet önünde ve yasalar nezdinde hak sahibi olmak, görünür olmak falan olduğunu anlatabilir mi? Ben pasif-agresifim, twitter'da insanlara cevap yazınca ayaklarım büzülüyor.

Hele bizimki gibi ezik büzük bir memlekette oturup da bu kadar büyük bir eşitlik adımına burun kıvırmak gerçekten çok tuhaf. Millet resmi olarak eşcinsel aşkı "dolaptan çıkardı", bizde "öğğ evlilik boktan bişiiii".

İstemeyen evlenmez, isteyen davullu zurnalı evlenir, heteroseksüel insanlar olarak böyle bir seçme lüksümüz var. Neden herkes aynı lükse sahip olmasın? Evliliği "devlete sevgi onaylatmak" olarak tanımlamak için kaç yaşların atarında kalmış olmak lazım? 13? 15?

Madem bu kadar heyecanlısınız, yakın bütün köprüleri devletle? Ev mi satın alıyorsun mesela, tapuda onaylattırma o işlemi. Tapu falan, mal gibi, ne o öyle. Barınma hakkımız var, pardon, hakkımıs var, seviniyos. Ama maalesef şehirlerde yaşıyos tatlı qıs. İşin içine dünya kadar para girince herkes tapu dairelerinde birer kaplan gibi evrak peşinde koşuyor.

Heteroseksüel olduğumuz için devlet tarafından onaylı evliliğimiz kapsamında mesela barbar kocam bana kazık atsa, avukat tutar mahkemeye giderim, hakkımı ararım, yasal olarak partneriz. Evcil birlikteliğimizin bir noktasında ölsem, bana ait her şey ona kalır, dımdızlak ortada kalmaz, cenazemi kaldırır, yasal olarak partneriz.

Partner olduğumuzu kimseden saklamak zorunda değiliz. Kimse saklamak zorunda kalmasın diye yasalaşıyor dünyanın sağında solunda eşcinsel evlilikler.

Gideyim biraz daha pide yiyeyim peynirle. Ne acayibiz, devamlı fikir belirtiyoruz ve hiç yorulmuyoruz ve çok eminiz ve ne çok konuşuyoruz yarabbi.

Dünyayı Sevmekle İmtihanımız

$
0
0
Bu eşit şartlarda bir mücadele değil, mücadele etmekten de hoşlanan biri değilim ama sadece nefes alıp vererek bile dahil olmak mümkün. Kaçabilmek mümkün değil. Eşit değil çünkü bu tarafa sürekli katliam anması düşüyor, sahibi öldürülmüş sözler ve gencecik gülen fotoğraflar ve yüzlerimize sıvanan kırık bir adalet duygusu düşüyor.

Böyle "o taraf, bu taraf" yazmaktan da hoşlanmıyorum, "Bunlaaar! Bunlaaaar!" diye bağırandan farkım kalmıyor kağıt üstünde. Ama işte hayat böyle bir şey, ya otelin içindesin ya da dışında yer alacaksın. Otelin dışı, şöyle bir yer:




Bu tarafa hep acı düşüyor, gene de incelikler hep bu taraftan çıkıyor. İki buçuk dakikalık bir animasyon, çok fena içine oturuyor insanın.



Sema Kaygusuz, Hay Way Zaman'ın galasında bir konuşma yapmış, oradan kopyalıyorum aşağıya. Bende bir tutukluk var bugün.

"Ölülerin yerine konuşamayız. Çünkü onların tanık olduğu dehşet sadece ölüme aittir. Dolayısıyla tanıklık ettiğimiz tarih, aslında sağ kalanların tarihidir. Burada sizin karşınızda bir yazar olarak değil, Dersim sürgünü bir kız çocuğunun torunu olarak konuşuyorum. Hayatta kalmakla yaşamak aynı şey değildir. Bunu gözlerimle gördüm. Sağ kalan insanların bilincindeki insan olma utancı alabildiğine dilsiz bir kederdir. Üstelik onlar bu suskunluklarıyla bize ne hınç bıraktılar ne de öfke. Sadece bir başkasının acısı karşısında saygıyla eğilme terbiyesi bıraktılar. Canlı olan küçücük bir zerreye kıymet vermeyi öğrettiler. Kendileri hayata tutunarak, çocuklarını ve torunlarını bir yaşam erbabı olarak elleriyle yonttular. Biz onların kasığından dünyayı sevmek üzere düştük."

Dünyayı sevmek çok zor fakat durmaksızın deniyorum.

Hellö.

$
0
0
Sabah 8'de Kudi'nin aşağıdan geçen sokak köpeklerine havlamasıyla uyandım. Kendi de safkan sokö olan yavrumun bu hiddetli tepkisinden yola çıkıp "Aslında kendi cinsimizden nefret ediyoruz?!" diye zorla anoloji filan yapardım ama yapamıyorum çünkü Kudi istisnasız bütün köpeklere-çoğu çocuğa-bazı yetişkin insanlara havlıyor, sabah sabah üstünden iki tane kene söktüm, nerden baksanız bir köpek bu ve canım istemiyor hayvanlı hikaye anlatmak.

Canım buralara da yazmak istemedi bütün yaz, halbuki Urla'dan bildiririm diye planlamıştım. Bildiremedim. Tam kıçımı koymuştum, komşu çocuğunu yüzme kursuna götürüp getiriyordum, ufak ufak sayfiyeden nefret etmeye başlamıştım ki Suruç'ta o bomba patladı. Ben sanırım hala anlayamadım o gün ne olduğunu, ağlayamadım; içime de atamadım, tepki de veremedim. Suruç'tan bugüne kadar aynen bir tavuk gibi hayatımı sürdürdüm, bir yandan cümle alemin fikirlerini okudum. "Kardeşi kardeşe kırdırıyorlar"dan, "Hepimiz aynı gemideyiz"lerden falan önümü göremez oldum. Vasat kanaatlerden ve dandik köşe yazılarından en az kuduz cihat çağrıları kadar yıldım. Artık gerçekten bilmiyorum, o çocukların hesabı nasıl sorulur, hakları nasıl ödenir, neden meclisi falan yakmadık, bilmiyorum. Hep yazdım buraya, tek numaramız yılmamak, umudu kesmemek diye, artık bundan da pek emin değilim. Belki gerçekten de tünelin ucunda ışık mışık yok. Sadece tünel var.

Şu anda kendimi anca bir patates kadar akıllı hissettiğim için yazının rotasını tavukların gündelik hayatına kırıyorum buradan.

Baktım ki komşu çocuğu yüzme kursunu sevdi, ikinci ay için de kayıt yaptırdım. Aynı gün "Ben yüzmeyi öğrendim!" diye çıktı havuzdan, ertesi hafta da kurs saati sokakta dolanırken yakaladım. Yüzmeyi öğrendiği konusunda şüpheler içindeyim, olan benim 100 lirama oldu. Aynı esnada iki küçük kardeşinin bitli olduğunu farkettim, bir kere daha bitlenmek istemediğimden kapattım bu defteri. İnsan sevgimin sınırları çok dar.

Köpekli insan olmak, başkalarının köpek hikayelerini dinlemek manasına geliyor. Ve allah belamı versin ki daha bir kişiden "Benim de köpeğim var, yuvarlanıp gidiyoruz" ayarında bir şey duymadım. Şöyle başlıyor o kaçamadığınız sohbet; "Benim de köpeğim varDI...", şanslıysanız geleneksel "Bebeğimiz oldu, verdik", "Alerjim çıktı, verdik" hikayeleri dinliyorsunuz. Bunların çok büyük şok etkisi kalmadı artık şahsım üzerinde. Bu yazın en fantastik köpek hikayesi, evden içeri bakan doberman oldu. Birinden almışlar zavallı köpeği, eve sokmamışlar, hayvan da bütün gün ve gece evin etrafında dolaşıp camlardan içeri bakıp durmuş. O kadar rahatsız olmuşlar ki bu durumdan, köpeği yollamışlar.

Bebeği olunca evin köpeğini paketleyen insanlara "Yarabbi ne düz insanlarsınız!" diyemediğim gibi bunlara da hiçbir şey diyemedim, tek kabahati evin içine bakmak olan zavallıyı düşünüp duruyorum iki aydır. Evlerden paketlenen köpekler ordusu. İnanılmaz bir mucize olduğu sanılarak büyütülen bebekler ordusu. Çocuğu sarışın oldu diye allaha şükreden kadın gördüm bu yaz, arkadaşları da onaylıyordu. Arkadaşlarının bebekleri sarışın değildi.

Urla'da pek bir şey olmadı, günübirlik turistler geldi, gitti. 25 sene önce kiremit ve betonla inşa ettiğimiz "Eski Rum" evimizin önünde selfiler çekildi. Her yerde selfiler çekildi, fahiş fiyatlı zeytinyağları ve incirler satın alındı, "Arnavut kaldırımları deniz kokan Urla" filan yazıldı sosyal medyada selfilerin altına oysa ki Urla'da Arnavut kaldırımı yok ve en yakın deniz 4 kilometre uzakta. Neyse yani, anlayacağınız geçirdiğim vakit "tatil" kategorisine girmediği gibi herhangi bir rehabilitasyon etkisi de yaratmadı.

Kitap okudum, kitapların da çoğuyla münakaşa ettim. Bu yaz okuduğum en boktan kitap Frederike Geerdink'in "Roboski:Gençler Öldü"sü oldu. Bir şeyler öğrenirim sandım, Kürt sorununun temellerine bir gazetecilik yolculuğu olduğu yazıyordu üstünde. Tek öğrendiğim kadının vücudunda çıkan kırmızılıklar yüzünden Roboski'de uzun süre kalamadığı, köylülerle kaçağa gidemediği, aksanlı Türkçe'yi anlamadığı, Kürtçe'yi de pek anlamadığı falan oldu. Orta 1 seviyesindeki yakın tarih analizleri, darmadağınık cümleler, imla hataları filan da cabası oldu. 110. sayfada hala neden Kürt sorunu üzerine gazetecilik yaptığını açıklamaya çalışıyordu. 20 lira vermiştim kitaba, canım sıkıldı.

Ama arkadaşlarımı gördüm, deniz kenarında oturduk filan, iyi oldu. Annemle babamı da iki seneye yetecek kadar gördüm sanırım, bir yandan çanta toplarken bir yandan hala internetten işlerini hallediyordum. Annemle tahmin ettiğimden çok daha az kapıştık. Babam evdeki eşyaları hafifletmeye and içmiş, giderayak bir adet gazocağı ve bir adet 60 yıllık bavul kakalamaya çalıştı, eski bir omuz çantasını kabul ederek yırttım.

Neyse işte, geldim ben Ankara'ya. Yaz geçti gitti. Geçip giderken bana şu aşağıdaki gibi göründü.


İyi mi oldu, kötü mü bilmiyorum.


40 Liralık Patlak / İçinizden Birinin Alnından Öpmem Lazım

$
0
0
Hatırlıyor musunuz bilmiyorum, yılbaşı öncesi "Bu sene kıyafet bok püsür almıycam!" diye atarlanmıştım. Hiç sormuyorsunuz nedir vaziyet. Gerçi satın almadığım için yazacak bir şey de olmuyor. Neyse, ufak bir yazlık hezeyan geçirdim, onu itiraf edeyim hemen.

Urla'da patlak verip mahallemizin butiğinden 20 liraya şal desenli, ince kumaştan bir teyze pantelonu aldım, neredeyse her gün giydim. Çeşmealtı'ndan bir adet saç bantı, bir adet de deri bileklik aldım, onlar da toplam 20 lira civarı tuttu. Geride kalan 8 ayın bilançosu bu yani. Bileklik de hayvanlıydı, o yüzden dayanamadım.


Kendi kuyruğunu ısıran yılan için şuraya bakabilirsiniz, belki oralardan daha iyi yazılara atlarsınız.

8 ay süresince kıyafet ve eşya trafiği oldu arkadaşlarımla aramızda. Bir türlü kullanamadığım blender mesela, şu anda yeni evinde cayır cayır milkşeyk yapıyor, çok seviniyorum. Hala vereceğim bir yığın eşya var, 2016'ya girmeden halletmeyi umuyorum. Velhasıl olabiliyormuş, Mango indirimine kapılmadan da yaşamak mümkünmüş. Hayat karşıma bir tane daha hayvanlı bilezik çıkarmazsa ben de bu seneyi alnım ak çıkaracağım.

Kitaptan kısmadım ama gene de azalmış kitap alışverişlerim. İki tane kitap okudum bu yaz, ben bunları kendi kendime bulmadım, hanginiz tavsiye etmişti kurban olurum bir ses edin?



Tavsiye alabilen biri değilim, "Ay evet evet!" diye heyecanlanıyorum ama asla uygulamaya geçmiyorum, daha fazla kötü kitap okumama konusunda da çok kararlıyım. Ama bu ikisini kim önerdiyse alnından öpmek istiyorum, çok beğendim. Şu yan tarafta da benim okuduğum kitaplar görünüyor, ne olursunuz çok kaale almayın, ben kitap kötü de olsa bitiriyorum.

BÜYÜK yayınevlerinin BÜYÜK editörlerinin -herhalde uyku sersemi- edit edip piyasaya sürdüğü kitaplarla itişip kakışırken araya bir kitap sokup okudum ki normalde hayatta almazdım, annem çok okumak istemişti, öyle aldım. (Annemi 36 senedir sonsuz bir şüpheyle süzüyorum, ilişkimizin temeli buna dayanıyor.)

"Ay Lupo mupo, ne biçim, pfff. Kesin çok dandik" diye okumaya başladım, elimden bırakamadım. Lupo Efendi, Cenovalı bir hırsız/kürek mahkumu/asker, Osmanlı'ya esir düşüyor, girmediği çıkmadığı yer kalmıyor, önemli isimlerle tanışıyor filan; maceralar, maceralar. Bayağı savaş meydanlarının tozunu, henüz Osmanlı olmamış İstanbul'un sokaklarını, Osmanlı'nın taşrasının kokusunu falan içime çeke çeke bitirdim.

Ve inanmazsınız, KİTAPTA TEK BİR İMLA HATASI YOKTU. Gözyaşları içinde teşekkür etmek istiyorum yazara, düzeltmene, eli metne değmiş herkese.

Lupo'nun maceraları bir seriymiş, bu ikinci kitapmış, farketmedim bile okurken. İlk kitabı da alıp içine gömülmeyi iple çekiyorum. Kapağı da çok güzel değil mi?

Çok güzel.

Bu yazın güzel kitaplarından bir diğeri de Marquez'in hayatını anlatan bir çizgiromandı; çok özlediğim biriyle oturup konuşmak gibiydi, asla yeni bir kitap olmayacağı gerçeği bir tokat gibi çarptı, o arada aklıma bir dövme fikri geldi. Evden çıkmam gerekiyor böyle şeyler için, evden çıkma taraftarı değilim. Mesela iki gündür twitter'a da bakmadım, hayat çok sıradan ve normalmiş gibi geliyor.

Şu anda masadan kalkıyorum, sıradan ve normal işler yapmaya gidiyorum. Eveth.

Ne Biçim Defter?

$
0
0
Okullar açılıyor, okula gitmeyenlerimiz de düzenli kırtasiye alışverişi yapıyor, hepimiz renkli şeylere bayılıyoruz ama ben sinir hastası olmanın sınırlarında dolandığım için buralarda da huzur bulamıyorum.

Aşağıdaki defteri 12.90 liraya internetten almak mümkün.


Üst tarafta sanırım bir büstten bahsediliyor, kafası ve göğüs kısmı, bir şeyi kademeli olarak azaltılmış filan, okunmuyor tam olarak. Ama tabii romantik font, hemen altında gene romantik kuş var, çiçek var.

Fig.31 diye başlayan kısımda da Royal College of Surgeons müzesindeki bir kafatasından bahsediliyor. Avusturalya'da, Western Port'ta ele geçmiş. Neanderthal kafatasları, 1/3 ölçeğinde küçültülmüş.

Bahsi geçen şey kafatası şöyle bir şey:


O kadar eminim ki Çin malı olduğuna bu defterin, Çin değilse Kore'dir çünkü umurlarında değil. Neden kuş resmi koyup, altına bari "I love bird. Yes. Pretty sunshine kitty." falan yazıp geçmiyorlar da bir defter kapağı bu kadar saçma bir hale gelebiliyor bilmiyorum.

Ya da Çin'in sularına bir şeyler karışıyor. O da bir ihtimal.
Bizim sulara da karıştırsınlar.
Gene de öldürseniz almam bu defteri.
Evet, hayatımı detaylarda boğularak geçiyorum.
Thank you very much.
Very nays börd. Yes.

Sarı Tişört

$
0
0
Uğur Gürsoy'u çok beğeniyorum, Uykusuz'da çiziyor. Şu aşağıdaki karikatürü sinirlerimi bozdu:


Geçen yaz başlarıydı, Tunalı'ya inip peynir meynir almam, öyle bir takım işler yapmam lazımdı. Ben de kafama bir eşarp takıverdim, üzerime bir sarı tişört geçirip çıktım. Benimki şu:


Kennedy ve Bulvar'ın köşesinde karşıya geçmek üzere beklerken karşı kaldırımdaki kızlı oğlanlı bir grubun oğlanı telefonunu hafifçe kaldırdı -şu anda kadar paranoyaklık ediyorum diye düşünüyordum ama artık eminim- ve fotoğrafımı çekti.

O gün kime anlattıysam "Yok canım saçmalama, ne teyzesi yahu" falan dedi ama kesin komik tişörtlü teyze oldum o gün ben. Buradan o oğlana seslenmek istiyorum:

Seni çantamla döverim.

Neyse yani, bir yerlerde görürseniz eğer, benim o kırmızı ışıkta bekleyen molotof kokteyli tişörtlü suratsız kadın.

Şunu yazdım, yollayamadan belediye otobüsü insanları biçti Dikimevi'nde. Panikle eşi dostu aradım, neredeler diye sordum. Birazdan da sokağa çıkıyorum, siz ne olur ne olmaz hakkınızı helal edin çünkü kimsenin umrunda değiliz, ne ölümüz ne dirimiz.

Pakistan'ın başkenti Ankara'dan selamlar, sevgiler.


Patlayan Kumbaram / Kirazlı Çorap / Medet Ya Ali

$
0
0
Buradan Başkent Gaz A.Ş.'ye seslenmek istiyorum, ocağıma incir ağacı diktin.

Bir süredir faturaların altına "TC kimlik numaranız sistemimize kayıtlı değil, öptük kib bye" diye mesaj bırakıyorlardı. Kayıtlı değil tabii çünkü abonelik eski ev sahibinin adına. Adeta bir eski sevgili vızıldamasıymış gibi duymamazlıktan geldim.

Ta ki bu ayın faturasında "GAZINIZI KESERİZ!" tehditini görene kadar. Çeşitli fotokopiler çektirerek yola koyuldum. Tecrübeli bir TC vatandaşı olarak yanıma kumbaramı da aldım. (Gerçekten bir kumbaram var, para biriktiriyordum bir süredir.)

Bütün tecrübeme rağmen abone bok püsür bedeli olarak 443 lira ödemeyi beklemiyordum. Bütün kumbaramı boşalttığım yetmedi, bir de cebimden 50 lira eklemek zorunda kaldım. Merkezi sistemle ısınıyor olsaymışız 87 lirayla yırtacakmışım, kombili evlere biçtikleri bedel buymuş.

30 yaşındaki kombimizi söküp Başkent A.Ş.'nin önüne fırlatasım var. Aç gözlü insafsızlar.

Dünün tek güzel şeyi Sevda'nın bana aldığı çoraplar oldu.


5 tanesi 5 liraydı, üstelik parfümlüymüş. İşportanın gözünü seveyim. Tamir edilemeyecek kadar patlak çoraplarımı atabilirim artık. "Alışveriş yapmama senesi" arkadaşlarımın da desteğiyle 10. aya kadar gelebildi.

Çoraplardan Nobel'e geçtiğime ben de inanamıyorum şu anda ama geçiyorum vallahi, Aziz Sancar'la o kadar gurur duydum ki gözlerim doldu haberleri seyrederken. Kanser çalışıyor ama acaba tam olarak ne yapıyor diye aranırken facebook'ta şunu gördüm.


Biliyorum bu "Aziz Sancar Türkmen midir, Kürt müdür, Arap mıdır" tartışmalarının yanında çok zararsız kalıyor ama o kadar saçma ki ayaklarım büzüştü. Aziz Sancar eminim ki biz facebook'ta paylaşmasak da çalışmalarına devam edecek ve milyonlarca insanın hayatını değiştirecek. Adam Nobel aldı yahu. Keşke bu kadar lüzumsuz şeyleri üretip yayacağımıza mesela "Acaba Türkçe'yi doğru yazabiliyor muyum?" diye kendimize dönsek. Ya da Aziz Sancar'ın çalışmaları tam olarak neyi hedefliyor, bir okusak filan.

Aziz Sancar maalesef bizim değil, North Carolina Üniversitesi'nin profesörü; biz hastalığın, sağlığın, trafik kazalarının, iş cinayetlerinin allahın takdiri olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İyice moralinizi bozduysam gidiyorum ben. Evdeki halıları kilimleri yıkamaya ve tamire vermiştik, yıkamacı Medet Bey biraz önce arayıp toplam fiyatı söyledi, biraz da o fiyatı düşünüp ağlayacağım.

Ekim ayı, ne istiyorsun benden anlamıyorum. Sıradaki videoyu Medet Bey'e hediye ediyorum.



Buruk Acı

$
0
0
Meğer en sevdiğim eski film şarkısının sözleri de Sennur Sezer'e aitmiş.

"Gurbet içimde bir ok
Her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki
Acı içinde hancı

Sevmek korkulu rüya
Yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam
Karşımda buruk acı"


Filmin kendisi de varmış youtube'da.


Zaman, çok zalimsin.

Article 3

$
0
0
Acıklı bir yazı yazmayacağım, aslında hiç yazmak istemedim ama çok öfkeliyim, belki faydası olur. Korkunç detayları da yazmayacağım, bence bilmeseniz de olur, gerçi şu saate kadar okumuşsunuzdur her şeyi, seyretmişsinizdir. Biz de seyrettik bütün videoları, bütün yazılanları okuyoruz. Biz dediğim, ben ve Nadire, Gar'ın önüne beraber gittik ve gene beraber çıktık oradan.

Çıkabildik çünkü önümüzde duran insanlar, hiç öyle bir niyetleri olmasa da, kendilerini siper ettiler. Genç kızlar ve oğlanlar, annem yaşında kadınlar, inşaat işçileri, hurdacılar, öğrenciler, emekliler. Biz onlara omuz vermek için gitmiştik, onlar canlarını verdi. "Biz neden ölmedik?" diye sorup durduk birbirimize, orada ölmemiş olmanın suçluluğu geçecek mi bilmiyorum ama sorunun cevabı bu. Bizim durumumuzda, arkalarında durduğumuz HDPli insanlar sayesinde yaşıyoruz.

Ve beni en çok bu ağlatıyor. Bunun dışında gayet kendimdeyim, aklımı kaçırmadım, ufak tefek arızalar dışında bir şeyim yok ki onların da zamanla düzeleceğini düşünüyorum. Çünkü hiç beklemiyorduk Ankara'nın orta yerinde iki canlı bombanın kendilerini patlatmasını ama bir yandan da bekliyormuşuz; Suruç'ta olan şey neden burada olmasın, Diyarbakır'da miting bombalayanlar Ankara'da neden bombalamasın. Biz kendimizi ne sanıyoruz? Kendimi hiçbir şey zannetmediğim için şok içinde falan değilim; bedel ödemişliğim yok, nispeten de rahat bir hayatım var ama bu toprakların solcuları, örgütlü direnenleri ve nereden baksanız sünni Türk olmayanları ezelden beri öğüttüğünü bildiğim için ne şaşkınım ne de serzenişler içindeyim.

İki şey kaldı geriye. Biz asla ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz. Hayatımızı borçluyuz. Direnmeyi borçluyuz. Bir gün olsun susarsam ertesi günü göremeyeyim, bir gün olsun aklımdan çıkarsa acısı misliyle benden çıksın. Ve ben biliyorum bunun arkasında kimler var, öyle ya da böyle. Bana ikinci kere hediye edilen bu hayatın sonuna kadar bekleyeceğim bu hesabın görülmesini.

Allah için kendini patlatan siz iki cahil çocuk. Cennete giderim diye mi düşündünüz bilmiyorum ama ben size söyleyeyim nereye gittiğinizi. Binlerce parçaya bölünüp üstümüze başımıza yapıştınız, üstümüzdekileri çıkarıp torbalara koyduk, torbaları çöpe attık. Tam olarak oraya gittiniz.

Sempati duyanlara, "Oh olsun komünistlere, Kürtler'e" diyenlere de söylüyorum, sizin de gideceğiniz yer orası.

Ne İçindeyim Zamanın

$
0
0
Ne de büsbütün dışında, yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında, kısmen sıkışmış gibiyim, bunu anlatmaya geldim. Yazıp yazıp yayınlamıyorum, gerçi bir şey de olduğu yok. İki adım ileri, bir adım geri ama olsun, biliyorum ki çıkış var biraz ilerde. Mesela iki hafta sonra ilk defa dolmuştan kan ter içinde kalmadan indim, başım dönmedi, nefesim daralmadı. Dolmuş hallolduysa otobüse, otobüsten markete geçebilirim. Daha pazara gitmek var, sinema var, uçağa binmek var. Ani seslere sıçramalarım da azaldı bir hayli. Bakınız nasıl küçük şeyler, günlük hayat nasıl küçük şeylerden oluşuyor. O küçük şeyler bütün mekanizmayı tıkayabiliyor. Pastanede çay içerken sokaktan geçen motosikletin egzozu patlayabiliyor ve öldüm sanabiliyorsunuz.

Bir süre 10 Ekim sabahı uyandığım saatte uyanmaya devam ettim, her gün her gün. Sonra geçti, hiç uyku problemi de çekmiyorum diye anlatır dururken herkese, geçen gece rüyamda sinemadaydım, önde oturan birileri aniden ayağa fırlayıp izleyicileri taramaya başladı. Uyandım, tekrar daldım, aynı rüyayı baştan bir kere daha gördüm. Her şey koyu bir griydi bu rüyada, hiç renk yoktu, ses de yoktu. Normalmiş hep bunlar, 1-2 ay mühlet verdim kendime.

Gar'ın önünde ölen herkes, başka yerlerde ölenlere eklenmiş, televizyonda öyle toptan bir sayıya dönüşmüşler. Geçen akşam gazeteciler filan konuşuyordu, kahroldum duyunca. O gün orada olsalardı böyle diyemezlerdi diye düşündüm. Üzülen, sevinen, fikirlerini ve siyasi analizlerini her türlü mecradan üzerimize yağdıran bütün bu insanlar o gün benim durduğum yerde duruyor olsalardı böyle konuşamazlardı. O sayıları toplayamaz, büyük büyük laflar edemezlerdi. Ben hala utanç içindeyim envai çeşit sebeple, bir parçam hala o gün durduğum yerde duruyor. Ağzımı açasım gelmiyor. Açınca da hayırlı bir şey çıkmıyor, biraz agresifleşmişim, öyle dediler.

Agresif halin çaresi grip olabilir. Grip geçmek bilmiyor, ben de yerimden kıpırdayamıyorum. Kendimi zencefil ve bal karışımıyla kaplayıp üzerine de bir kat gazete kağıdı yapıştırmak, son olarak da streç filmle sıkıca sarıp öylece uyumak istiyorum. Sesim o çok sevdiğim maskülen tınıya kavuştu, sanki "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" desem güneye inecekmişiz gibiyiz ordularla. Geliniz görünüz ki ordular uyku sersemi, çapak içinde ve bir hayli şaşkın.


Neyse. Gideyim artık, bir şeylerle meşgul olayım. Aşure yapacağım hayatımda ilk defa, acaba iyi bir tarif var mıdır? Yoksa da başım üstüne, internetten bakarım. Hani belki anne tarifi, anane tarifi filan vardır diye, bir deneyeyim dedim. Aşure çok mühim bir şey.
Değil mi?
Vallahi öyle.



En Güzel Seçim Çalışması

$
0
0
Özcan Purçu geçen seçimlerde CHP'den İzmir milletvekili seçilmişti, herhalde yine İzmir adayıdır. Çok sevinmiştim meclise girmesine. Purçu'nun şu fotoğrafları haftalardır gördüğüm en güzel şeyler.




1 Kasım seçimleri için öyle geçen seferki gibi kampanyalar filan yok pek, kaç gündür sokaktan sadece bir tane DSP arabası geçti, başka da kimse geçmedi. HDP'nin şarkısı kafamıza yapıştı, barbar kocam iyice Anadolu rock hale getirip öyle eşlik ediyor, "HIĞĞĞĞİNAADINAOOOAAĞĞĞ". Olmasın zaten kampanya mampanya, kimse hal kaldığını zannetmiyorum, kendi adıma el çırpıp eşlik edecek bir durum da görmüyorum.

Özcan Purçu'ya bol şans, size de güzel bir cuma dileyerek babamın vaadettiği mercimek çorbasını içemeye gidiyorum.



"I'm not beaten. I'm not dead. This is not over."

$
0
0
Aynen bunları dedim Kuğulu Park'ta önümüzü kesen yabancı gazeteciye. Zaten biliyorsunuz benim gibi tiplerin ortak özelliklerinden biridir memleketi dış mihraklara şikayet etmek. Bir Güney Afrika gazetesine anlattım her şeyi. Evet. Güney Afrika. Ben de bilemiyorum. Oranın Hürriyet Gazetesi gibiymiş, öyle dediler. O da tam ne demek oluyor, onu da bilemiyorum. Gazeteci abi France 24 için çalışıyormuş aslında, siz öyle şaapın, benim de gururumu yerlerde sürümeyin.

Seçim sonucuna şaşırmış mıyım diye sordu, şaşırdım ama şaşırmadım, twitter'a "Gar'ın önünde 100 kişi ölmüş, çok üzüldüm, neden 200 değil?" yazan insanlarla yaşıyoruz. Hala "PKK yaptı" diyen insanlar var, onlarca miting yapıldı öncesinde sonrasında, nedense hep aynı insanlar ölüyor ve he gülüm he, kesin PKK bombaladı HDP kortejini. Sanki çok umursuyor millet ölü solcuları, ölü Kürtler'i de oylar yükselecek. Bombacıları bir biz şikayet etmemişiz IŞİDli diye polise ama olmuyor, olamıyor. Sabah böreklerini yiyiyor ve kendilerini patlatıyor bunlar, kimse engel olmuyor.

Kardeşim "Ablam barış mitingindeydi" deyince gazeteciye, onu da sordu, titreye titreye anlattım. Kendi sesime sinirleniyorum, o halime gıcık kapıyorum, işte sonra deyiverdim, "Yıkılmadım. Ölmedim. Bu iş burada bitmedi".

Neden bu kadar atarlandım inanın en ufak bir fikrim yok. Seçim sonuçlarını Sevdalar'ın evde kısır, kek, patates salatası ve irili ufaklı kedilerle takip etmeye niyetlenmiştik. Biz vardığımızda evin kedisi misafir kediye haykırdığı için arka odaya kapatılmıştı, daha kısır bitmeden seçim bitti, boş tabaklarımızı alıp kös kös evlere dağıldık. Bizim evde babam ve boy boy barbar adam yemek yiyiyordu, daha ayakkabılarımı çıkarmadan "Biz Çanakkale'de arazi bulduk, ortaklaşa alıp komün hayatına giriyoruz" diye planlarını açıkladılar. Sinir bastı, en pes sesimle "Mitingde ölmedim, herhalde seçim sonucuyla da ölmem" diye seslendim salona doğru. Allah allah yani?

Babam da benzer şeyler söyleyip durmuş meğer, adam 70 yaşında, hep buradaydı. İnsan biraz utanır kaçmaya. Kaçmayı bırak ağlaşmaya utanırsın, bahsi geçen komüncü gençliğin hiçbiri tehdit altında değil, hepsinin işi gücü var ve hiçbiri benimle mitinglere filan gelmiyor. Ben ağlaşmıyorum, bunlara ne oluyor bilmiyorum. Arazi alacak paranız varsa, gidin alın, ekin domatesinizi, memleketin haliyle ne alakası var?

Neyse. Araya kedi fotoğrafı sokayım, tansiyonum düşsün. Bu Çoko, en son mahsül.


Duvarlara tırmanmadığı zamanlarda bu şekilde uyuyor. Adeta bir panter, bir kaplan olduğu için uygun bir çerçeveyle süsledim fotoğrafı. Annesini araba ezince ortalıkta kalmış, bütün kardeşleri kendilerine birer kapı bulmuş, bu kara bela da kendini Nadire'nin kucağında buldu. Ev gezmelerine gidiyor, gittiği evlerde disiplinli bir şekilde kedi tuvaletlerini kullanıyor; doritos cipsi iki eliyle tutup üçgenin bir köşesinden yemeye başlıyor, en kötü alışkanlığı cips.

Sizden hayır gelmeyince internetten bulduğum bir tarifle aşure yaptım. Olmadı pek, hiç deneyimim olmadığı için neyi yanlış yaptığımı bile bilmiyorum. Saatlerimi gömdüm kaynayan hububat buharına, biraz bozuldum neticeye. Büyük bir kaba doldurup babama götürdüm, babam sulu mulu bakmaz, yer diye. Arkadaşlarına da çıkarmış, hepsini tüketmişler. Kesin anlattı o aşurenin neden yapıldığını, arkadaşları da görev bilinciyle yedi.

Aşureyi şükranla yaptım, bir aydır olan bitene mana vermeye çalışmalarımın bir parçası olarak. Böyle şeyleri ve diğer bazı spritüel şeyleri Nadire'ye danışıyorum, o da şiştiği noktalarda annesine danışıyor, bana her seferinde istisnasız şu cevap geliyor Dersim'den, "Olur olur, çok güzel olur, en güzeli olur. Önemli olan niyet". Ama tabii ben boksuratlı biriyim, sonunda bununla da itişmeyi başardım, bakınız:



Yarın aşure yapabilmemiz için benim bu akşamüstü elimdeki buğdayı muğdayı Nadire'ye götürüp suya basmam lazım. Bir de dev tencere lazım. Yoldan alırım artık. Tabii bu aşure meselesi de şuraya yazdığımdan daha çetrefilli çünkü bir kısmımızın malzemelere itirazı var, üzüm olmasın içinde, efendim incir yumuşayıp yımış yımış oluyor diye konmasın filan. Çok şükür kendimle barışığım, asla zen huzuruna ulaşamayacağımı biliyorum, beni de bu itiş kakış ayakta tutuyor.

Mektup arkadaşlarıma bir aydır neden sesimin çıkmadığını anlatan cevaplar yazmam gerek. Uzun zamandır yazıştıklarım zaten ulaşıp sordu, en yenisine dün mektup attım, iki kişi kaldı geriye. İkisi de Amerikalı ve orta yaş üstü bir hayli, mektupları da aynı buraya yazdığım gibi yazdığımdan şaşırmayacaklardır olanlara ama gene de insan nerden başlayacağını bilmiyor. Neyse, bunlar da hep terapi.

Haydin gittim ben, yapılacak ütüler, düzeltilecek metinler, yenecek aşureler var.

Hızımı Alamadım

$
0
0
Sonik Hanımcığım mimlemiş, bir fotoğraf seçip ne hissettirdiğini yazıyormuşuz, hem ona hem de kendime verdiğim sözü tutarak acıklı değil neşeli bir fotoğraf buldum.


Geçen bahar kızlarla Halfeti'de tekneyle turlamıştık ve tabii ki ben teknenin kendisinden başlayarak canlı ve cansız bir dizi şeyle münakaşa etmiştim ama olsun, bu an ne güzeldi. Hava güzeldi, biz beraberdik. Filtre de yok fotoğrafta, kendi kendine böyle mavi. Parmaklar bana ait.

Hızımı alamadım bir de şunu koyacağım.


Bir takım işler için şehre inmiştik, dönerken yol ağzında durdu Mustafa Abi, hiç doğru dürüst fotoğrafımız yok diye bu pozu verdik, bakanlık temsilcisi de çekiverdi, yıl 2009. Ne gülmüştük o gün. Bizi Kelibişler'den çıkarabilirsiniz ama Kelibişler'i içimizden çıkaramazsınız.

Dayanamayıp bir de şunu ekliyorum, hayatımın kedisi Mi. Kimse yokken o vardı.


2006 ya da 2007 olması lazım, başbaşa mutlu günlerimizde. Hala çok özlüyorum, başka hiçbir kediyi de böyle sevemedim. Drama kraliçesi, hem gıcık hem şişman ilk gözağrım.

Ay anılar geçidi. Gidip kek mek bir şey yapayım, huzur hamurda bence.

Lupo'nun Başına Gelenler

$
0
0
Geçenlerde öve öve baygınlık geçirmiştim Lupo'nun Seçimi kitabını, maceralara sürüklüyor ve üstelik kitapta hiç imla hatası yok diye. Onu bitirince koşa koşa serinin ilk kitabını alıp okumaya başladım, yan tarafta görüyorsunuz, Lupo'nun Adı.

Saçlarıma aklar düştü, 375. sayfaya geldim ve o arada üç yıl falan yaşlandım. Ne zamandır elime aldığım en imla hatası dolu kitap bu. Sanki bir ilkokul çocuğu düzeltmiş, bakın 375'e geldim hala de'ler da'lar nerede bitişik nerede ayrı sıkıntısı var kitapta. Kim sorumluysa bu işten, özel isimlere gelen eklerle ne yapacağını da bilmiyor. Bazen bitişik bazen ayrı, bazen kesme işareti var, bazen yok.

Yetmiyor, bir de bok gibi cümlelerle sinir bozuyor kitap, buyrun dün gece şu vardı mesela: "Ellerini havaya tuttuğunda rüzgarın altında titreyen yapraklar gibi oynaşan ellerini gösterdi." Kitapta rüzgarın a'sında şapka var allah için, ben yapamadım buraya şapka ama eller, eller, eller (melodili).

İki kitabın editörleri farklı, ikinci kitapta bir de "Son okuma"cı birinin ismi geçiyor. Onları yeniden tebrik ediyorum, bu kitabın kapağında adı geçen editör Nilüfer Doğan hanımefendiye de ne diyeceğimi bilemiyorum. Öyle arada kalmış bir miktar küçük hata filan değil, patlamış bir atık su borusu gibi gürül gürül geliyor ne yapacağını bilemeyen de'ler da'lar. Luponun, Lupo'nun, Luponunda başına gelenler, Lupo nun da kaderi buymuş, Lupoda başka editör bulsaymış, Lupo'da nereden bilsin, yazık.

Haliyle canına okudu kitabın bu durum; yoksa gene güzel maceralı, sürükleyici Lupo'nun hatıraları. Buradan tavsiye ettim diye kendimi sorumlu hissettim, ilk kitabı bayılmadan bitirebilirseniz eğer, ikincisinde rahat edeceksiniz. Vallahi.




"Time to take a ride"

$
0
0
Bunca ölümün, korkunçluğun ve her türlü felaketin arasında bir ergenlik arkadaşıma veda etmeye geldim.

Memleketin hali ayrı bir yerimden vuruyor ama iki arkadaş mesela, oturup konuşabiliyoruz, kaygılarımız ve dehşetimiz ortak çünkü. Ama bir ergenlik ikonumun 48 yaşında öldüğünü duyunca ben 20 sene önceki odama ışınlanıyorum, o odaya da kimse giremiyor maalesef. Ergenlik odalarının -sanal ya da gerçek- en önemli özelliği bu zaten. (Birbirinin tıpatıp aynısı milyonlarca ergen odasından bahsediyorum tabii ki. Tıpatıp bambaşka odalar, öyle düşünün.)

Dandik teybimde dinleye dinleye bozduğum kasetler, ah! Boktan kağıtlara basılmış o posterler, o rakınrol tavır, o fırlayan kaburga kemikleri!

En sevdiğim seslerden biriydi Scott Weiland, sahnede en güzel duran şarkıcılardan biriydi. Buralardan kopyaladığım o "Fak dis şit!" tavrını sarıp sarmaladım, yirmi seneyi geçti içimde taşıyorum. Scott Weiland, gitti gider.

Şunu koyayım, bu unplugged konseri yayınlandığında seyretmiştim, televizyona yapışarak. Allah bilir sene bin dokuz yüz doksan kaç. Üç?



Bir de şunu, en sevdiğim şarkılardan birinin yenice bir canlı versiyonu.



Ne diyeyim, elveda. Belki böyle huzur bulursun. Zaten yalan dünya, sen hep taş gibi sahnede, ben hep 14 yaşında.
Viewing all 795 articles
Browse latest View live