Quantcast
Channel: stupid little things
Viewing all 795 articles
Browse latest View live

60 Kitap

$
0
0


Keşke öğretmenlerimin hepsi anarşist ve dilenci kılıklı olsaydı, belki daha iyi bir insan olurdum. Belki herkesten farklı düşünmeyi öğrenmiş olurdum, hiç düşünmeden adil olabilmeyi falan; belki daha sevgi dolu bir insan olurdum.

Herkesin çaktırmadan birbirinin kıçına bakıp kot markası tespit etmeye çalıştığı, herkesin aynı ayakkabıyı giydiği ergenlik, ne fena bir dönem. Kendine güveni sıfırın altında bir ergen olarak o sularda debelendim, sonra işte rakınrol beni kollarına aldı, böyle şeylerin bir önemi kalmadı. Zaten evde iki tane dilenci kılıklı anarşistle yaşıyordum, markalı taleplerime boş gözlerle baktılar hep. Asla anlamadılar. 80 lira etiketli bir Levi's kot ceket için altı ay kadar ağladığımı bilirim. Ağlaya ağlaya unuttum ceketi.

Şu anda nasıldır okullarda durum, düşünmek bile istemiyorum. Ne biçim bir nesil yetişiyor, bunu da düşünmek istemiyorum, biraz korkuyorum. Ama o kıçımın valisi sınıfta hakaret ederken Halil Serkan Öz'e, çocuklar itiraz etmiş, tepki göstermişler. Bunu okudum ve dehşetli umutsuzluğumun orta yerine ekmek kırıntısı gibi bir iyilik düştü.

Kitap listesi yapan bir matematik öğretmenim olmadı hiç, keşke olsaydı. Keşke Halil Hoca'nın kısacık hayatının son hatırası, öğrencilerinin önünde hakarete uğramak olmasaydı.

Birisi oturup yukarıdaki listeyi Goodreads'e yüklemiş, ben eksiklerimi tamamlayıp Halil Hoca'nın önerdiği bütün kitapları okumayı düşünüyorum. Goodreads'le uğraşmak istemiyorsanız şurada da var liste ama aşağıdaki yorumları okumayın bence, milli değerleri eksik bulan olmuş, "NEDEN NUTUK YOK??11!!" diye gücenen olmuş.

Neyse. Belki siz de okursunuz benimle. Listede Marquez'den tek bir kitap var, o da Kolera Günlerinde Aşk. İnce ruhuna üzülmeyip ne yapayım?

Pehlivaaan, Pehlivaaan!

$
0
0
Sevgili Tchibo,

Bunu sen istedin.



Yanmayan Fitne Ateşleri

$
0
0
Şu Whiplash'i hala seyretmedim, bugün aklıma bu video geldi, yıl 2006'ymış. Bazen kendimi bu davul çalan oğlan gibi hissediyorum, benim akacak mecram yok ama. Takdir edersiniz ki ütü, temizlik filan gibi fiziksel aktiviteler insanın gazını bir miktar alsa da bu tür bir ruhsal sınava, ne bileyim böyle sanatsal kendini paralamalara yol açmıyor.



Dün 9 Nisan'dı, kar yağdı buraya. Bugün de yağmış. Şu anda bir miktar güneş açtı.

Kaldırıma park etmiş bir arabanın sileceklerini kaldırdım. Annem yoldan geçen belediyenin temizlik işçilerine "Ay bir el atın da camlarını indirelim!" dedi, gençten bir tanesi "Abla, indireyim de her yerde güvenlik kamerası var, başımıza iş açılır" diye cevap verdi. Anarşi ve kaosu başlatamadık gene, fitne ateşini yakamadık.

Bu ayın Ot Dergisi'nde Murat Menteş'in küçük oğluyla yaptığı 23 Nisan söyleşisi çok güzel.

Gidip Grup Yorum cd'si aldım çünkü müziğin yasaklanmasına inanılmaz gıcık kapıyorum. (Le Hanımlı cd'yi aldım.)

Twitter'da bir Dersimspor hesabı takip etmeye başladım, bazı tweet'lerine çok güldüm.


Ada (ki en sevdiğimiz Ada'dır) yılbaşında bana masa takvimi yapıp hediye etmişti. O kadar işime yarıyor ki şaşırıyorum.


Tchibo'dan hala ses seda yok. Bakın gene yanmayan fitne ateşi.

Annemle görüntülü sohbet edelim dedik, hayvanat bahçesine döndü ortalık.


Ben kalktım zaten sonra masadan, Kudi ele geçirdi tableti. Konuşma nasıl bitti bilmiyorum.


Giderayak şu videoyu da bırakayım, bir reklamda duydum şarkıyı. "Çilekli Mektup 23" ne demek bilmiyorum, orijinali 1970'lerde çıkmış şarkının, asit etkisi herhalde böyle bir şey.



Belki dışarı çıkıp tulum peyniri alırım.

P.S. Dayanamadım laf attım Dersimspor'a, fav'ımı aldım ahahhahha!


Kingdoms Rise, Kingdoms Fall

$
0
0
"U2 neden bir zamanlar harikaydı?" sorusunun en kısa cevabı bu aşağıdaki olabilir.

Günlerin Çocuğu

$
0
0
Nerdeyse iki sene önce yazmışım, 20 Mayıs 2013. Olduğu gibi koyuyorum aşağıya.
Bu dünyadan Eduardo Galeano geçti, hem de ne güzel geçti.

"ve günler yürümeye başladı

eduardo galeano, yeni kitabını gördüğüm anda aldığım yazarlardan. 1940'ta uruguay'da doğmuş. hayatının bi kısmını askeri darbelerden, hapisten ve ölüm mangalarından falan kaçarak geçirmiş. yazdıkları için "deneme" diyeceğim ama hafif kalacak. işin içinde hem edebiyat, hem tarih, hem gazetecilik ve tabi ki politika var. latin amerikalı olmakla türk olmak aşağı yukarı aynı şeylere sinirlenmeyi gerektiriyor sanırım.

galeano da kendisi için diyor ki, "ben hatırlamakla kafayı bozmuş bir yazarım, özellikle amerika'nın geçmişini hatırlamakla ve her şeyin ötesinde, hafıza kaybından muzdarip latin amerika'nın geçmişini hatırlamakla."

barack obama ilk başkan seçildiğinde şöyle demiş, "beyaz saray, önümüzdeki günlerde obama'nın evi olacak; o beyaz saray, siyah köleler tarafından inşa edildi. isterim ki, umarım ki bunu asla ama asla aklından çıkarmasın."

"latin amerika'nın kesik damarları"nı 2 gecede falan bitirmiştim, koca bi kıtanın başına gelenler ne kadar korkunçsa kitap da bi o kadar zihin açıcıydı. hugo chavez, obama'ya hediye etmiş bu kitabı 2009'da.

"ve günler yürümeye başladı" son basılan kitabı galeano'nun. 365 küçük hikaye var içinde, her güne bi hadise. kitap, mayalar'a göre yaradılışın hikayesiyle açılıyor:

ve günler yürümeye başladı.
ve onlar, yani günler, bizi yaptı.
ve bu şekilde doğduk biz,
yani günlerin çocukları,
sorgulayıcılar,
yaşamı arayanlar.

8 eylül'e denk gelen hikayeyi alıntılamak istiyorum, beni çok fena yaptı çünkü.

"sergipe, brezilya'nın kuzeydoğusundaki bir eyalet: paulo freire okuma yazma öğrenmekte olan çok yoksul bir köylü grubuyla birlikte yeni bir çalışma gününe başlıyor. 

-nasılsın joao?

joao susuyor. şapkasını buruşturuyor. uzun bir sessizlik ve en sonunda şöyle diyor:

-uyuyamadım. bütün gece gözümü kırpmadım.

ağzından başka sözcük çıkmıyor, ta ki şunları mırıldanana kadar:

-dün ilk kez ismimi yazdım."

kapaktaki ve sayfalara serpiştirilmiş ilüstrasyonlar da yazarın elinden çıkma.

bu 365 meseleyi sindirmeye çalışıyorum, mesela amerika'nın bütün uzay programının 2. dünya savaşı'ndan sonra işsiz kalan bi nazi mühendisin eseri olduğunu bilmiyordum, hem de öyle nazi döneminde çalışmak zorunda kalan bi adamcağız falan da değil, bayağı bildiğiniz nazi adam. kalbini koymuş ari ırk davasına.

çok güzel çantada taşımalık, fırsat bulunca açıp 2 sayfa daha okumalık kitap, aklınızda olsun."

Pembe Köşk/Kızıl Çarşamba/Yeni Şalanj

$
0
0
Kırlangıçlar gelmiş dostlar, Romalılar, yurttaşlar! Bahar da resmen gelmiş oldu nazarımda, daha da soğumaz bu hava. Sardunyaları dışarı taşıyacağım bugün, "kalan sağlar bizimdir" usulü saksı temizlemem lazım. 

Dün için çok güzel plan yapmıştım, akşamüstüne doğru Kızılay'a inip terziye uğrayacaktım, ordan da arkadaşım S. ile trans mahpuslarla dayanışma gecesine gidip hapishane işi boncuklu anahtarlık filan alacaktık. Barbar kocambeyler meyhaneye gideceklermiş meğer, köpekler yalnız kalıp ulumasın, komşular polis çağırmasın diye gece çıkmaktan vazgeçtim. Meyhane grubuna "Allahınızı severseniz bir uğrayın, bize anahtarlık alın" diye ağlaştım, bilmiyorum giden oldu mu dayanışma gecesine. 

Gece çıkma işi yatınca, annemin gündüz planına dahil oldum, S. ve sarıkafayı da alıp İsmet İnönü'nün Pembe Köşk'üne gittik. Annem yarı yolda gözlerini kırpıştıra kırpıştıra "Ay Köşk bugün açılıyor ziyarete, belki sadece vi-ay-pi ziyaretçi kabul ediyorlardır, size söyleyemedim" dedi. Neyse ki yokmuş öyle bir durum, kapıdan girerken güvenlikçi abi "Hoşgeldiniiiiiiiz!" diye karşıladı, o "i" uzadıkça seviniyorum ben. 24 Mayıs'a kadar ziyarete açık; eski mektuplar, kıyafetler filan sergileniyor. Köşkün kendisi de güzel, pek Ankaralı. Güllü tül perdeler hepimizin favorisi oldu.


Her şeylere bakıp gezmemi bitirmiştim ki annem ve sarıkafanın şık bir han'fendiyle sohbet ettiklerini gördüm, gidip yanaştım. Bir süre kafamı sallayıp onaylaya onaylaya dinledikten sonra yemek masasını gösterip "İşte Atatürk şu uca otururdu, biz çocuklar da bu uca otururduk, bir mesele olunca önce herkesin fikrini sorar, en son kendi fikrini söylerdi" diye anlatmaya başlayınca uyandım, meğer İsmet İnönü'nün kızı Özden Hanım'la konuşuyormuşuz. 

Özden Hanım bizi uğurladı, çıktık. Annem bir fotoğraf çekilelim istemiş İnönü'nün kızıyla, sormaya çekinmiş. Ben de çok başarısızım bu konuda, iki gece önce çok CHP'li bir akşam yemeği yedim, biraz selfi çeksek ne güzel olurdu ama utandım söylemeye. Neyse, Pembe Köşk'ün ziyaret saatleri ve başka detaylar için İnönü Vakfı'nın sayfasına bakabilirsiniz. 

Şu anda şiddetle kompüterin başından kalkmak istiyorum. Halbuki anlatacak şeylerim var, haftaya artık. Fragman kabilinden şunu koyayım, annem bu aralar çok acayip mesajlar atmaya başladı:


Çarşema Sor, Kızıl Çarşamba demekmiş, çok şükür dil bilen eşimiz dostumuz var. Annem de sonra facebook'tan herkesin Çarşema Sor'unu kutladı. Ezidiler'in bayram kutlayacak hali kaldı mı bilmiyorum; geçtiğimiz birkaç bin yılı düşününce, dünyanın bu tarafında nasıl hala bayram kutluyoruz, onu da bilmiyorum. Hayat sürsün diye herhalde. 

Gitmeden bir de yeni şalanjj haberi vereyim, Zihnin Arka Sokakları bizi son kez maceraya çağırıyor, bu sefer sinemalı, filmli. Ben yarın başlıyorum, belki siz de gelirsiniz. Hayat sürer.

En Az Sevdiğim Film-ler

$
0
0
Kırlangıç mırlangıç diye neşeyle baharın geldiğini ilan etmiştim, hayat bunu da yüzüme sıvadı. Neyse, kapalı hava da güzel, şikayet etmeyeyim. Filmli meydan okumanın ilk sorusuna atlayayım. (Bu meydan okuma boyunca herhalde imdb en yakın arkadaşım olacak.)

En az sevdiğim film deyince aklıma son bir-iki sene içinde seyrettiğim bir grup film geliyor, aşağıya şaapıyım bakın. Yazının devamında belki biraz filmlerin sonlarını açık ediyor olabilirim, haber vereyim.






Daha da uzatabilirim bu listeyi. İşin tuhafı, bunların hepsi gerçekten çok sevdiğim yönetmenler. Hadi Tarantino'dan bıkmışımdır belki ama Wes Anderson'ın bu filmine kadar bütün filmlerini ağzıma yüzüme sürdüm, bazılarını defalarca seyrettim ben?

Kötü de diyemem filmlere, nasıl diyeyim, diyemem. Fakat seyrettim, bitti, televizyonu kapattım-sinemadan çıktım, bir daha dönüp arkama bakmadım. İki-üç sene sonra sorsanız, konularını falan hatırlamam, o kadar eminim ki bundan.

Sanırım bu "plot twist" dedikleri, senaryonun bir anda hiç beklemediğimiz bir dönüş yapması numarasından bir hayli yıldım ben. Bir sci-fi filmde karşımıza çıkan "paralel boyut" mesela, hala mı filmin en büyük numarası olabiliyor? Ya da ben yıllardır neler seyrettiysem artık, Gone Girl'deki şeytani plan bana hiç de aklımı uçuracak kadar şeytani gelmiyor. Fight Club'da çakmıştı tokadı David Fincher, bir daha da öyle tokat yemedim galiba ahahhahha!

Herhalde bende bir tuhaflık var diyerek sözlerime son veriyorum. Güzel bir hafta temenni ediyorum.

(2) En Son İzlediğim Film

$
0
0
Dün akşam acele tarafından bir şey seyredeydim de bu soruya böyle cevap vermek zorunda kalmayaydım. Neyse artık, geçmiş olsun.

"Bir bakayım ya, herkes bundan bahsediyor" diye indirip seyrettim Grinin Elli Tonu'nu, konusunu biliyordum ve fakat zannetmiyorum ki herhangi bir insan evladı bu kadar kötüsüne hazırlıklı olabilsin.

Önümüzdeki bir ay boyunca meydan okuma kapsamında çeşitli filmlere bok atacağım buradan ama allah biliyor, bundan kötüsünü herhalde seyretmedim ben.

Adam çok zengin, çok yakışıklı ve BDSM'ye meraklı, (Yani bağlamalı, vurmalı filan cinsi münasebet). Kız üniversiteden yeni mezun, saf, (Saf derken aslında aptal demek istiyorum). Kız aşık oluyor, adam bağlayıp vurmak istiyor ama sonra bir bakıyoruz adam aşkını ilan ediyor ama aslında çok zor bir çocukluk geçirmiş yazık, kız her şeye evet diyor ama sonra "Neden bana vuruyorsun?" diye ağlayarak kaçıyor. Filmin özeti bu.

Sanmayın ki gittim çöp kitaptan uyarlanmış çöp film buldum da saydırıyorum; ben severim çöp kitap ve çöp film. Twilightlar'ı ağlaya ağlaya seyrettim. Bu, Twilight'tan da kötü. Bu kadar kötü diyalog, en kötü Türk dizilerinde yok.

Bu Mr. Grey bu kadar zengin ve bu kadar yakışıklı olmasaydı, gene de kızın peşine düşüp bağlamakta ısrarcı olsaydı, herhalde topluca öğürüyor olurduk. Ne istiyoruz bilmiyorum.



(3) Aksiyonlar-Maceralar / Çok Hastası Olduklarım

$
0
0
Aksiyonlu maceralı filmleri seviyorum, şu gece yarıları televizyonlarda verirler ya, "Dev Arıların İntikamı", işte ne bileyim "Uzaylılar Gene Amerika'yı İşgal Etti", anakonda manakonda, kavga dövüş, çakma Mortal Kombatlar; ben bunları hep seyrediyorum. Bütçeleri 100 dolar civarı olduğu için ne aktörleri tanıyorum ne de filmler aklımda kalıyor. O yüzden daha meşhur serilerden bahsedeceğim, en sevdiğim aksiyon/macera oyuncuları şöyle:

Indiana Jones'ları defalarca seyrettim, yaşım ilerledikçe arkeoloji bilimi adına her türlü rezaletle bezeli olduklarını fark ettim. Ama olsun, Harrison Ford'un Indiana Jones olarak çok hastasıyım.


Bir ara televizyonda Genç Indiana Jones diye bir dizi vardı, orijinal adı Indiana Jones Chronicles, ergen hayatıma Sean Patrick Flannery'i soktu. Onun da çok hastasıydım, öyle böyle değil hem de. Bir bölümü Türkiye'de çekmişlerdi, hadise olmuştu.


Sean Patrick Flannery büyüyünce The Boondock Saints diye bir filmde oynadı, 1999'da. Film çok atarlı giderliydi, yanında bir de Norman Reedus vardı.


The Walking Dead dizisini büyük oranda Norman Reedus'a bakabilmek için seyretmeye başladım çünkü onun da çok hastasıyım.


Yenice aktörlerden Tom Hardy'nin de çok hastasıyım, Batman'de Bane'i oynamıştı. Bane şu:


Sonra birkaç filmini daha izledim, Bane Meyn bir yana, çok iyi bir oyuncu olduğuna kanaat getirdim, başka soruların cevabı olarak yazacağım. Aksiyon kategorisinden, yeni Mad Max'te oynuyormuş; eski filmlerin aktörü Mel Gibson'ı hiçbir zaman çok sevemedim ama Mad Maxler'in de hastasıyım. Tom Hardy çok iyi bir tercih olmuş.


Ay bu böyle uzar gider, Terminatör var, Die Hard var, Lethal Weapon var; son bir aktörden daha bahsedip gidiyorum, Hugo Weaving.

Çünkü aynı aktörün hem Matrix'te Ajan Smith olması,


hem Yüzüklerin Efendisi'nde Elf olması, Rivendell'in efendisi falan olması,


aynı zamanda V for Vendetta'da V olması


bana çok havalı geliyor. Adam resmen 2000'lerin en meşhur iki serisinde oynamakla kalmamış, bir de gene aynı dönemin herkesi yerlere yapıştıran, hala repliklerine referans verdiğimiz, herhalde şimdiden milletin "kült film" kategorisine soktuğu V for Vendetta'da başrol oynamış. Peheyy. Çok hastasıyım kariyerinin.

Kill Bill'deki Uma Thurman'dan bahsetmeyi unuttum, onun da çok hastasıyım ama üşeniyorum. Yaşasın kenarları siyah çizgili sarı aşortman diyerek satırlarıma son veriyorum.


(4) (5) (6) (7) (8) (9) Film ve Biraz Daha Film

$
0
0
Ay Urla'ya gidince dönmek bilmedim; kediydi, boyozdu derken şalanj rezil oldu. Hemen koşarak yetişiyorum herkeslere.

4. soruya cevaben en sevdiğim korku filmini yazmam lazım; ben hepsini seviyorum. İki gözüm önüme aksın, hiç ayırmadan seyrediyorum. Barbar kocamla imdb'den taraya taraya gidiyoruz, imdb puanı 3 ve 4 arası filmlere kadar indik.

Ama her şeyin bir başlangıcı var. Benim ilk göz ağrım sanırım Alfred Hitchcock. Psycho, Kuşlar, Vertigo, Arka Pencere falan, el kadardım bunları seyrettiğimde. Kalbimde yeri çok ayrı.


Sonra televizyonda verdikleri bir Otostopçu serisi vardı, Alacakaranlık Kuşağı serisi. Hepsini ananemle seyrettim, gene el kadardım.

Buralardan aldım yürüdüm sonra, Halloween serisi, 13. Cuma serisi, Elm Sokağında Kabus serisi, Texas Chainsaw Massacre ve türevleri, Exorcist ve her türlü şeytan çıkarmalar, George A. Romero'nun her türlü zombileri. Wes Craven, John Carpenter, Sam Raimi, çok sevdiğim yönetmenlerdir.

Vampirlere girmeyeyim, çıkamayacağım, daha 5 soru var bugün için. Ama The Blairwitch Project'i anmadan geçmek istemiyorum. Sonradan çektikleri devam filmleri değil, 1999'da gösterime giren ilk film. Korkudan ağladığım tek filmdir. Öyle böyle değil, inleye inleye hem de.

En sevdiğim dram filmi, şalanjın ilk kazık sorusu oldu benim için. Imdb'nin "en iyi 250 film" listesinden üç film seçtim, üçünü de çok severim. Olağan Şüpheliler, Fargo ve The Shawshank Redemption. Bu sonuncuyu anmadan filmlerden bahsedeni dövüyorlardır diye tahmin ediyorum zaten. Üç filmin bir diğer ortak noktası da dram olmalarının yanında suç kategorisine de girmeleri, en az bir cinayet görmeden film falan beğenemiyorum anlaşılan.

En sevdiğim komedi filmine atlıyorum hemen, hiç düşünmeden, gözümü bile kırpmadan Pembe Panter'i çakıyorum buraya. Kaç sene oldu, bütün filmleri kaçar defa seyrettim, hala gözümden yaşlar geliyor. Aşağıdaki sahne 1963 yapımı The Pink Panther'dan, gece vakti eve gitmeye çalışan yaşlı bir adamın imtihanı:



Bir de sıcak suda uzayan sarı kazak var, yine bu filmde, sadece düşüncesiyle sinirlerim bozuluyor ahahhahha! Pembe Panter filmlerini ve bir o kadar sevdiğim The Party'i var eden, dünya güzeli Breakfast at Tiffany's filminin de yönetmeni Blake Edwards, onur oskarı almıştı, onun da videosunu koyayım:



7. soruya geldik. Beni mutlu eden bir film der demez aklıma Little Miss Sunshine geldi.


8. soru, beni mutsuz eden bir film. Bu meydan okumalar beni hep çok eskiye götürüyor, kitaplarda da böyle olmuştu. Platoon (Türkiye'de Müfreze diye göstermişlerdi) seyrettiğim ilk ciddi filmdi. Annem sinemaya götürmüştü, 7 yaşındaymışım. Herhalde bir daha da kendime gelemedim. Vietnam Savaşı hakkında, ölesiye mutsuz eden bir filmdir. Oliver Stone'dan da beklediğimiz bu zaten.


9, repliklerini ezberlediğim bir film. O film, bu film:




 "Victims. Aren't we all?" diyorum ve gidiyorum.

(10) (11) İki Rejisör / İki Salon

$
0
0
Düşündüm durdum, bir yönetmeni diğerinden kayıracak kadar hakim değilim ben bu sinema işlerine. Sonra aklıma iki tane siyah-beyaz, eski Türk filmi geldi. İkisini de televizyonda seyredip çok etkilenmiştim, yönetmenlerini bu vesileyle anmış olayım.

İlki 1959 yapımı Üç Kızın Hikayesi, yönetmeni değil rejisörü Orhan Elmas.


Rejisör yahu, kurban olurum. Film, lisede çok iyi arkadaş olan üç kızın hayatlarının savrulduğu yerleri anlatıyor. Muhterem Nur o kadar genç ki oturup ağlarsınız.

Orhan Elmas'ın başka filmlerini de seyrettiğime eminim, çünkü iyi midir kötü müdür bakmadan yüzlerce eski Türk filmi seyrettim, rejisörlerine hiç dikkat etmeden tabii. Ne ayıp. Orhan Elmas'ın bu filmde çektiği bir takım numaralar o kadar havalıydı ki hiç unutmuyorum. Final sahnesi mesela; sizi aldığı yere getirip bırakıyor film, ama hiçbir şey aynı değil artık ama her şey aslında bir devridaimden ibaret. 2002'de hayatını kaybetmiş Orhan Elmas, şapkamı elime alıp saygıyla eğiliyorum.

Diğer film ise 1964 yapımı Gurbet Kuşları.


Orhan Kemal'in romanından uyarlanan filmin rejisörü Halit Refiğ, Maraş'tan İstanbul'a göçen bir ailenin varoluş mücadelesini anlatıyor. Burada da Cüneyt Arkın'ın gençliğine ağlamak mümkün ki bence buraların gördüğü en yakışıklı aktördür.

O kadar güzel sahneler, o kadar güzel kareler var ki bu filmde, sinemanın sanat olmadığını düşünenlere günde üç kere seyrettirmek lazım. Bulamadım internetlerde, siz zaten en iyisi filmi seyredin.

Radyo Alaturka'yı da açtım, Zeki Müren çalsın diye bekliyorum.

11. soruya cevaben en sevdiğim sinema salonunu yazmam lazım. Uzun zamandır sadece Kızılay'daki Büyülü Fener'e gidiyorum, Zihnin Arka Sokakları da yazmış şurada. Alışveriş merkezi sinemalarına gitmeyi reddediyorum, alışveriş merkezlerine de gitmiyoruz zaten. Şu anda biri gelip sorsa "Medeniyet sence nedir?" diye, evden çıkıp yürüyerek sinemaya gidebilmek derdim. Vardı mahallemizin bir sinema salonu, Kavaklıdere Sineması, kapandı gitti. Pastanelerin tutunamadığı bir yerde sinema salonunun yaşayabilmesini beklemek saflık olur herhalde. Her yer dönerci oldu, her yer. Ne döner aşkıymış anlamıyorum.

Neyse evet, Başka Sinema filmleri de gösterdiği için Kızılay Büyülü Fener ve tek başına yıllardır direndiği için Kızılırmak Sineması, en sevdiğim, hep gittiğim iki sinema salonu.

Yarının cevabını düşünmeye başlayayım şimdiden.

Yarın Naapıyorsunuz?

$
0
0
Yarın meydanlarda görüşür müyüz? Hazır mıyız?

Bakın ben vallahi en ödleğinizim, bütün arkadaşlarım şahit, taksilerle kaçmışlığım, çıkmaz sokaklara koşmuşluğum, "Ay küfretmeyin çeviğe, kafamızı kıracaklar!" diye ağlaşmışlığım var. Ama yarın 1 Mayıs. Yarın arkadaşlarımla, neşeyle sokağa çıkacağım. Çıkmazsam aklımı kaçırırım.

Çünkü madenlerde ölüyoruz, çünkü fabrikalarda ölüyoruz, çünkü 16 yaşında çocuklar ölüyor fabrikalarda. Ağzımızı açınca ölüyoruz, sokağa çıkınca ölüyoruz, çocuklar ölüyor, katırlar ölüyor, üç kuruşluk işlerde ruhumuz ölüyor, üç kuruşluk adamlar ruhumuzu öldürüyor. Devamlı biz ölüyoruz. Çünkü bizi insan yerine koymuyorlar. Biz, o bir avuç açgözlü hırsızdan daha önemliyiz, her birimiz, daha önemliyiz.

Bakın mesela, eski Gençlik ve Spor Bakanı ne demişti, 1 Mayıs 2013'te:


Suat Kılıç nerede bilmiyorum, biz hala buradayız. Hayatın biraz adaleti varsa, bu adamın hayatının en azından bir döneminde kol gücüyle çalışması, asgari ücretle ev geçindirmesi falan gerekiyor. Ama tabii nerede böyle ilahi tokatlar.

Bu yüzden biz sürekli ses çıkarmak zorundayız. Çıkarmayanlar için de çıkarmak, kolkola girip yürümek zorundayız.

Ankara'da öğlen 12:00 civarı tren garında toplanılıyor, oradan Sıhhıye'ye yürünüyor. Akabinde olaylar, olaylar.

Siz CNNTürk'ü dinlemeyin, onlar bize hep yalan söylüyor.


Böylece İştirak Ettik

$
0
0
1 Mayıs'a katılım bir hayli fazlaydı, en azından geçen seneye göre. Çocuklar bu dolarları hazırlamış, havaya atıverdiler, topladık.

Tren garının önünde üç kişi buluştuk, Sıhhıye'ye doğru yürürken dördüncümüzü de bulduk. Bir gruba girelim de öyle yürüyelim diyerek LGBTİ kortejine yanaştık, "Ay yaşlı kaldık ulan resmen herkesin yanında" diye dertlenirken bir anda çöküverdiler, derken meydana doğru koşturmaya başladılar. Biz çökemediğimiz gibi koşamadık da, havalarda uçuşan gökkuşağı bayraklarına bakakaldık arkalarından.

Bu "çök-kalk-koş" meselesine ezelden beri dahil olamıyorum, koşmaktan hoşlanan biri değilim. Neyse, Sıhhıye Köprüsü'nün altına kadar yürüyüp geçen gruplara bakmaya karar verdik. Geçenleri alkışladık, düdük çaldık filan. Açlıktan bayılacak hale geldim o arada, baktım CHPlilerin önünde bir simitçi abi yürüyor, atladım iki simit aldım, CHP kortejinden bir adam simitçiyi azarladı "Hadi dayı hadi! Çekil, çekil!" diye. Senin de işçi bayramın kutlu olsun asabi g.t, ne güzel insan iteliyorsun.

Herkes herkesi iyi kötü alkışladı ama HDPlilerin gördüğü ilgiyi başka kim gördü bilmiyorum, çılgınca bir destek aldılar bizim gibi kenarda bekleşenlerden. Biz de atlayıp aralarına girdik, meydana öylece girdik. Büyük ihtimalle en kalabalık gruptu zaten.

Saygı duruşuydu, marştı, halaydı derken çıkalım meydandan dedik. Polis barikatından geçerken polisin biri süzdü, süzdü, süzdü beni. "Aaa nooluyo yahu?" diye kafamı çevirdim, arkamdan da süzüyor hala. Ama görmeniz lazım, kaşlar çatık, bir ciddiyet, sanırsınız ki canlı bombayım, aslan polisimiz beni çat diye tespit etti kalabalığın içinde, öyle bakıyor adam. Edebimle önüme döndüm, kendimi attım barikatın diğer tarafına, arkadaşıma söyledim süzüldüğümü, o anda uyandık.


Meğer beni değil Ali İsmail'i süzüyormuş. Umarım gece rüyalarına da giriyordur.

(Tişörtü şuradan sipariş vermek mümkün, geliri Ali İsmail'in ailesinin kurduğu Alikev'e gidiyor. Güzelce paketleyip yolluyorlar, içinden bir de Ali İsmail'in lise defterlerinden bir sayfa çıkıyor, planlarından bahsediyor, yazmış güzel güzel yavrucuğum. Kargo sabah 8:30'da geldi, ben ağlamaktan kendime gelemedim o sabah.)

Güvenpark'a doğru yürürken yanımıza bir kadın yanaşıp "Demin polisleri konuşurken duydum, saldıracaklarmış, içerde arkadaşınız varsa haber verin" dedi. Gitmek de bilmedi bir türlü, bir şekilde savdık başımızdan. Bu, son 2 senedir başımıza gelen ilk acayiplik de değil, herhalde birimiz paratoner gibi çekiyoruz bu insanları, bilemiyorum.

Neyse işte, bunlar bunlar oldu, pek de bir şey olmadı, böylece kutladık bayramımızı. Güzel, kapalı bir hava var bugün, çıkıp bir tur atayım.

Sonikli Panikli Mim

$
0
0
Güzel gözlerine kurban olduğum Sonik Hanımcığım mim yapıp beni mimlemiş, mimlemese de yapacaktım, gözümü karartmıştım. Bu hafta da böyle başlasın, siz de yapsanıza, ne güzel olur.

1- Bilgisayarının masaüstü görüntüsü nedir?


Üç senedir falan böyle duruyor, çok derli toplu biri değilim.

2- Bir kafeye girdiğinde genellikle ne sipariş edersin?

Çeşitli kahveler, su.

3- Google'da aradığın en son şey?

Renkli saçlara baktım; maviler, yeşiller, pembeler. 2 sene sonra ilk defa berbere gitmeye niyetliyim bugün. Maviyi falan pek bilemiyorum, bir dükkanda bir ay bile durmayan Emre'nin peşinde Aydınlıkevler'e gideceğim, canı ne isterse onu yapar, itiraz etmeyi düşünmüyorum.

4- Mesajlaştığın veya konuştuğun en son insan kim?

En son sarıkafa ve N. ile mesajlaştım, çarşamba günü Selahattin Demirtaş bizim okula geliyormuş, akabinde de stadyumda devrim yazılacak. En son da dün gece barbar kocamla konuştum, yatağa ipad'le girmeme hakaret etti, günde anca 3 sayfa kitap okuyabiliyormuşum.

5- Tiyatroya en son ne zaman gittin?

Zaten çok tiyatroya giden biri değilim, en son Ada istiyor diye bir amatör tiyatroya gittik, allah düşmanıma vermesin öyle bir ızdırabı. Adacığım, Cemal Süreya'nın hayatıyla ilgili diye görmek istedi oyunu; beni duvar kenarına oturttular, kaçamadım da. En son ne zaman bu kadar yeteneksiz iki oyuncu gördüm bilmiyorum. Çıkışta da sarhoş bir adam musallat oldu, tüy dikti her şeyin üzerine.

6- Sinemaya en son ne zaman gittin?

Galiba en son Nightcrawler'a gittim, Başka Sinema seansında. Ve aylar oluyor. Dün Ada ve anası evde Matrix izlemeye başlamıştı, ilk filmi izledim onlarla.

7- Hangi diziyi herkes izlemeli?

Breaking Bad'i herkes izlemeli. Hiç düşünmedim, aklıma ilk bu geldi.

8- Seni en çok ne çıldırtır?

Ay bir sürü şey çok çıldırtıyor, en son şuna çok sinirlendim. Belki 10 saniye bile sürmemiş bu üç karenin çekilmesi, gördüğümüz her şey yanlış. Her şey.


9- Ne zaman uyanırsın?

Bıraksalar çok geç yatıp çok geç kalkıyorum ama köpek milletinin sabah enerjisi yüzünden sabahları 8-8:30'da kalkmış oluyorum. Özellikle Kudi, her sabah törenlerle kutluyor yataktan çıkmamı.

10- İnternette ilk adın?

Bir süre kendi adımı kullandıktan sonra Fermina Daza'ya yapıştım ya da bu ismi kendime yapıştırdım, zaten çok başarısızım isim bulma konusunda.

11- Favori emojin nedir?

Tuzki'yi seviyorum.


Ama bir zamanların en sevdiğim suratı şuydu:


12- Kedi mi köpek mi?

Bütün köpekler ve bazı kediler.

13- En son ne tür müzik dinledin?

Dün arkadaşım N., İranlı üç kardeş dinletti, unutmuşum isimlerini, enstrümantaldi ve güzeldi. Şimdi radyo açarım, sadece barok çalan bir kanal, Radyo Eksen ve Radyo Alaturka arasında kararsızım.

14- Kuzey mi güney mi?

Güney. Çünkü daha sıcak olur?
Bilmiyorum.

15- İstanbul ile ilgili en sevmediğin şey?

İstanbul'da yaşamadığım için cevabım çok önemli değil bence. İstanbul'da kısa süreli turist olmak güzel, başka da iyi bir şey gelmiyor aklıma.

Ankara'ya uyarlayacaksam da eziyetin formulü çok açık, bir İ., bir Melih, bir de Gökçek. Meh meh meh, hiç komik olmadı.

16- İstanbul'da sevdiğin üç semt?

Bir sorun, acaba ben üç semt sayabiliyor muyum İstanbul'da? Boğaz güzel.

17- Kafanda genel olarak ne olur?

Sorular. Bir türlü verilemeyen kararlar.

18- Komedi mi dram mı?

Hayatta mı, filmlerde mi?
İkisinden de bıkmış olabilirim.

19- Çay mı kahve mi?

Kahve. Bazen çay.

20- Bu soruları cevaplamadan önce ne yapıyordun?

Kahve yapmak için su ısıtıyordum. Sadece kahve makinasıyla ve Tchibo ile değil, ketılla da kavgalı olduğum için çaydanlıkta su kaynatıyorum. O arada Kudi, aşağıdan geçen bir köpeğe havladı, onu susturup içeri soktum.

21- Son olarak bir sırrını paylaş.

Yeraltından Notlar'ı okumaya başladım, fenalık geçiriyorum. Ne zamandır bu kadar sıkılmamıştım, çok utanıyorum bu durumdan.

Böylece bitirdim mimi, filmli meydan okumayı da çok fena salladım. Ona da döneceğim ama şimdi evden çıkmam ve berber peşinde bütün günümü yemem gerekiyor. Of Emre off.

Denizler, Yusuflar, Hüseyinler

$
0
0

Bu sene 1 Mayıs'ta çekilmiş en güzel fotoğraf bu. Bu kırmızı bayraklı çocuklar, hepsinden bahsediyorum, bütün o küçük fraksiyonlardan, hep en öndeler, her yerdeler. En çok onlar için endişeleniyorum, anne endişesi gibi bir şey.

Bugün okulda Deniz, Yusuf ve Hüseyin için anma var; yürüyüş yapılacak, sonra da Devrim Stadyumu'nda toplanılacak. 12:30-14:30 arası Emrah Serbes, çarşıdaki küçük kitapçıya gelecekmiş, kitapçı zor günler geçiriyormuş. Birazdan çıkıp oraya gideceğim, biraz kitap alayım, Emrah Serbes'e bakayım. 15:00'te Selahattin Demirtaş geliyor, anma yürüyüşü de herhalde akşamüstüne doğru başlar.


Annemin anlattıklarından kopyalıyorum: "Biz uyurken, herkes uyurken, birine diğerinin idamını seyrettirerek, önce Deniz olmak üzere asılmışlar. Mahkeme reisi Ali Elverdi, ağzında sigara, eli poposunda seyretmiş. Hüseyin’in ayağında bez pabuçlar varmış. Biraz sonra bu dünyayı yirmi üç yaşında terk edecek olan çocuk, babasının üzüleceğini düşünmüş, “Ayakkabım yok sanmasın babam. Koğuşta aceleyle bunları giydim,” demiş ölmeye giderken."
Vesileyle Süleyman Demirel'i, mecliste infaz lehine heyecanla kaldırdığı elini de hatırlatmış olayım. Aman devlet büyüğüymüş, yaşlıymış filan, hiç saygım yoktur öyle şeylere; alçağı alçak olarak hatırlamakta fayda var.
20li yaşlarında bu memleketin karanlık gücüyle burun buruna gelen, direnen, üzerlerinde tepinilen çocukları hatırlatmak ne benim haddime ne de fazladan bir çaba istiyor. Meksika'da dendiği gibi, "Bizi gömmek istediler, bilmiyorlardı ki biz birer tohumduk".

(12) - (19) Vampir Var, Köpek Var, Her Şey Var

$
0
0
Haydin bakalım, film maratonuna maruz bırakacağım sizi. Dışarda çıpır çığır yağmur, hava kapalı filan, zaten yapacak daha iyi bir şeyim yok.

12. sorunun cevabını, yani en sevdiğim animasyon/çizgi filmi düşündüm düşündüm, Spirited Away demeye karar verdim. Sanırım seyrettiğim ilk uzun metrajlı çizgi filmdi, çok çarpılmıştım.


13. soru için itiraf edeyim, "en iyi kitap uyarlamaları" diye gugılladım, hem kitabını okuduğum hem de filmini beğendiğim bir aday aradım. Dracula ile Fight Club arasında kararsız kaldım, Dracula diyeceğim. Film, tam da dişime göre bir aşk hikayesi; kitabı da yatakta korkudan titreyerek okumuştum. Bir kitabın insanı bu kadar korkutabileceğini hiç tahmin etmezdim.


En sevdiğim film repliği için de son yarım saattir oradan oraya savruluyorum gugıl aramalarıyla, neden uzatıyorum bilmiyorum, aklım bu aşağıdakinde kaldı.


Geldik 15. soruya, en sevdiğim bilim kurgu. Bu türü de hiç ayırmadan seyrediyorum küçüklüğümden beri, Terminatör fragmanı görünce ağlamışlığım var sinemada. Ama başıma bir film geldi ki herhalde ölene kadar unutmam.

Sarıkafa diye zaman zaman bahsettiğim arkadaşımla aynı evi paylaştık 2006, 2007 filandı. Sarıkafa sanatlı filmlere, büyük yönetmenlere meraklıdır; aslında genel olarak sanata benden daha meraklıdır. O ara bir kanal her hafta bir Tarkovsky filmi gösteriyordu, bir tanesini beraber seyredelim diye cebren ve hileyle oturttu beni televizyonun karşısına. Şansıma Stalker düştü.

1979 yapımı film, 163 dakika sürüyor ve allah biliyor defalarca kalkmaya çalıştım koltuktan, Sarıkafa "Kızım Tarkovsky bu, bak bunları bilmemiz lazım, yapabiliriz" diye diye oturttu beni koltuğa. Derken film bir ivme aldı, tokat tokat tokat ve öyle bir bitti ki bir süre konuşamadık, o koltuklara mıhlandık. Allah belamı versin ki ne öncesinde ne sonrasında böyle bir film seyretmedim ben, film seyretmek falan değildi, resmen sınandık. Başka da Tarkovsky seyretmedim, korkuyorum çünkü adamın yapabileceklerinden.

Stalker'dan bir sahne koyayım, belki biraz anlaşılır.


16. soru, bu sene seyrettiğim en iyi film. Bu soruya da 1 aktör-2 filmle cevap vereyim, Tom Hardy'nin oynadığı The Drop ve Locke, bu sene seyrettiğim filmler içinde en beğendiklerim oldu. Hiç utanmadan Tom Hardy'nin The Drop'taki rol arkadaşlarından biriyle çekilmiş şu fotoğrafını koyayım. Kalpler, kalpler.


Bir film 85 dakika boyunca aynı arabanın içinde, tek bir aktöre bakarak geçer mi? Locke'tan bahsediyorum, gözümü kırpmadım, çok yetenekli herif, çok.

17, geçen sene seyrettiğim en iyi film. İki filmi birbirinden ayıramadım, Only Lovers Left Alive ve Inside Llewyn Davis. Filmler de nefisti, müzikleri de; galiba böyle olunca daha çok yer ediyorlar kalbimde.

Şu, Only Lovers Left Alive'dan:



Bu da Inside Llewyn Davis'den:



18'e geldik, beni hayalkırıklığına uğratan bir film. Hayalkırıklığı olmasa bile üçe bölündüğü ve sümük gibi uzatıldığı için Hobbit yazıyorum ve geçiyorum.

Ve 19, vallahi yetiştim herkese.

Bir favori aktörüm yok, herkes gibi, çok var. Az yukarda Tom Hardy dedim, Philip Seymour Hoffman'ı nasıl unutabilirim, Gary Oldman, Dustin Hoffman, kim bilir kimlerin adı gelmiyor aklıma.


En uncool halimle kalkıyorum kompüterin başından, evde uçuşan köpek tüylerine karşı açtığım ve asla kazanamayacağım savaşa girişiyorum. Kalbimizin kırılmayacağı bir cuma günü olsun.


(20) Tilda'nın Çeşitli Halleri

$
0
0
Valla bu soruyu da dünden beri düşünüyorum; kimler geldi, kimler geçti gözlerimin önünden. Sonra düşünmeyi bıraktım ve Tilda'aanım bir anda beliriverdi.

Kimselere benzemiyor, her türlü halinin çok hastasıyım. 54 yaşında olduğuna inanası gelmiyor insanın.

Gişe filmlerinde de oynuyor, ufak tefek bağımsız filmlerde de, bir kere de performansının düştüğünü görmedim. Bazı filmlerde gözlerimi kısıp bakmam gerekti "Aaa Tilda Swinton mı yahu bu?" diye. Mesela Snowpiercer'daki hali, Grand Budapest Hotel'deki hali, dönem filmi, yeri geldiğinde Cebrail, bazen dertli anne.

We Need To Talk About Kevin, beni çok fena vuran bir filmdi. Kardeşim ve kocamla seyrettik, film bittiğinde omzuma pat pat vurup "Hay allah, demek çocuk doğursan Kevin'ın annesi olacakmışsın" dediler. Bana sorsanız dünyanın en sıcakkanlı, en problemsiz insanıyım, mecbur kalsam kuyudan çıkan Samara'ya bile anne olabilirim. Ama dışardan öyle değilmiş manzara. Tilda'nın bu filmde oynadığı anne rolü yaktı beni.

Wikipedia'nın yalancısıyım, köklerini ve toprak sahipliğini taa Orta Çağ'a kadar takip edebilen bir Anglo-İskoç ailenin çocuğuymuş. Özel okullarda okumuş, Prenses Diana'nın sınıf arkadaşıymış bir ara, en sonunda Cambridge'den mezun olmuş.

Cambridge'deyken Komünist Parti'ye, sonrasında da İskoç Sosyalist Partisi'ne üye olmuş. Bunu bilmiyordum ama şu aşağıdakinden haberdardım.


Ve eşcinselliğin suç olduğu Rusya'da, Kremlin Meydanı'nın göbeğinde açtığı bayraktan da haberdardım.


Oyunculuğunun ayrı, insanlığının ayrı hastasıyım.


(21) (22) (23) Titanik'ten Girdim, Madrid'te Bir Yerlere Çıktım

$
0
0
Ay böyle öbekler halinde yapabiliyorum bu şalanjı, perişan ettim soruları. Neyse, hemen kaldığım yerden devam edeyim.

21. soruya cevaben çok abartıldığını düşündüğüm bir film yazmam lazım, neler yazardım aslında ama aklıma nedense Titanik geldi ahahhahhaha! Bizim oradaki sinemanın bir salonunda iki seneden fazla gösterdiler, inadımdan gitmedim. Yıllar sonra Alman kanalı RTL'de denk geldim bir gece, oturup seyrettim, yer yer duygulandım üstelik. Ama biliyorsunuz ben zaten uçan kuşa ağlıyorum, kendimi bu konuda ciddiye almıyorum.

Titanik, kendi sıkıcılığı yetmezmiş gibi bir de dünyanın en can sıkıcı şarkısını da hayatımıza soktu. Geçiyorum diğer soruya.

Bir grup filmden bahsedeceğim, kıymetinin pek bilinmediğini düşündüğüm; tabii ki yanlış düşünüyorum, allah bilir dünya üzerinde kaç kişinin en sevdiği filmlerin arasında bunlar. Kendi küçük dünyamdan bahsediyorum, zaten aşağıdaki filmlerin bazıları da zamanında sevilip sonradan unutuldu.

True Romance mesela, imdb'den aldığı 8 puanı alnın akıyla hakediyor ama 1993'ten bu yana binlerce yıl geçti, gençler bilmiyordur.


Tarantino eskiden böyle senaryolar yazdığı için bir süredir çektiği filmleri beğenemiyorum ben, adamla aramızda sorunun temeli buralarda yatıyor. Hatta buraya Natural Born Killers'ı da ekleyeyim, gene senaryosunda Tarantino'nun parmağı var, yıl 1994'müş. Canıma okumuştu bu film, yıllarca soundtrack'ini dinledim.

Ah Juliette Lewis'in bu küçük şarkısı, Juliette Lewis'in film boyu oyunculuğu, ah.



Sanırım bizim buralarda çok sevildi, çok seyredildi ama bu filmi de yazıyorum, Lola Rennt, yani Run Lola Run, yani Hayırdır Lola, Koş Koş Nereye Kadar?



Franka Potente de, yönetmeni de aldı yürüdü Hollywood'a doğru bu filmden sonra. Biraz da kendi kişisel çöplüğüme gireyim, iki film de oradan yazayım. İlki Heavenly Creatures.



1994 yapımı, Yeni Zelanda filmi falan deyip geçmeyiniz; hem Peter Jackson'ın ilk filmlerinden hem de gerçek bir hikayeden uyarlanmış.

Diğeri de Things to Do in Denver When You're Dead.


Suç, dram, kara mizah, her şey var, Türkçe'ye "Karışık İlişkiler" diye çevirmişler filmin adını. Neden herkes öpüp alnına koymuyor bu filmi, anlamıyorum.

Ay haydi, kendimden sıkıldım, 23. soruya geçiyorum, en sevdiğim film kahramanı.

Neredeyse bitecek şalanj ve hala Pedro Almodovar'dan bahsetmemişim, olacak iş mi? En sevdiğim filmi, 1984 yapımı Bunu Hakedecek Ne Yaptım? Carmen Maura, Gloria adında bir ev kadınını oynuyor, işte o Gloria'nın hastasıyım. Uhu koklayan, gey çocuğunu dişçiye satan, eve dev kertenkele getiren kayınvalidesiyle uğraşan, en yakın arkadaşı kapı komşusu fahişe olan ve hayatımda gördüğüm en şahane cinayetin müsebbibi Gloria.


Almodovar'ın domestik kaoslarının üstüne kaos tanımıyorum, mutfak dolaplarını silmeye gidiyorum.
Öptüm.

Ay durun, başka bir Almodovar filminden, Konuş Onunla'dan şu dünyanın en güzel şarkısını da koyayım, öyle gideyim.



Haydi bir daha öptüm.

Yallah Tazyik

$
0
0

Kalktım kahve yaptım, televizyonu açtım. Kenan Evren'in cenaze törenini seyrettim. Bir miktar asker toplanmış, çeşitli rütbelerde, hiçbir zaman öğrenemedim o hiyerarşiyi, ilgimi de çekmiyor. Ailesi, doğal olarak, oradaydı. Mehmet Ağar, doğal olarak, oradaymış. Böyle bir grup yani, uğurlayıcılar.

Böylece gitti bu dünyadan, yaktığı canların hesabını mesabını vermeden, ne güzel emeklilik hayatı falan yaşayaraktan. Ailesi sevgiyle anıyor, kızı televizyona bağlandı, vicdan muhasebesi yapmamışlar ailecek. Ne münasebet tabii, vicdan micdan.

Bana kaldı bütün o vicdan. Size kaldı. Mecburen biz ilgileniyoruz vicdan müessesesiyle. Bizden sonra da bizim gibiler ilgilenecek zira devlet dediğimiz şey maşallah beton gibi, öyle bir devamlılık, öyle bir sabit hal.

Çıkıp bir tur atayım mahallede, dolap molap silemediğim gibi bir de ütülenecek şeyler yığdım, bir saattir onlara bakıyorum.

Giderken bir ricam olacak, biri çıkıp da yüzünüze yüzünüze "Olayları o zamanın koşullarına göre değerlendirmek lazım" derse, lütfen ağzına vurun, arkanızı dönüp uzaklaşın. Orta Çağ'dan bahsetmiyoruz, kırk sene öncesinden bahsediyoruz. İşkenceyi ne ara bağrımıza bastık yasal bir yöntem olarak?

Ay delirmemek ne zor işmiş.



(24) (25) (26) Ne Olacak Bu Maral ile Sarp'ın Hali?

$
0
0
Favori belgesel düşünürken aklıma şu geldi:



Ben de böyle giriyorum havuza, denize. Eskiden çok seyrederdim böyle aslanlı-kaplanlı belgesel, bir süredir ne zaman denk gelsem şöyle bir cümle duyuyorum, "Birbirinden güzel kaplan yavruları anneleriyle oynuyor. AMA ÇOK AZI HAYATTA KALACAK." Anında kanalı değiştiriyorum.

BBC ekolü belgeselleri seviyorum, televizyonu açtığımda ne varsa seyrediyorum. Görüntüler, ses, müzik; o adamı sinirden öldürecek seviyedeki nesnellik. Louis Theroux'ya da BBC'de rastladık, sonra bütün bölümlerin peşine düştük, indirdik mindirdik seyrettik. Naziler'den tutun da estetik ameliyatla kaplana dönüşmüş insanlara, pedofillerden trans çocuklara kadar birer saatlik belgeseller çekmiş Theroux. Çok iyi çekmiş.

En çok aklımda kalan "The Ultrazionists" bölümü. Theroux, Kudüs ve etrafındaki aşırı-milliyetçi yahudi yerleşimcilerle konuşuyor, aklınızı kaçırırsınız. Bu aşağıdaki kısacık parçada bir emlakçıyla konuşuyor, emlakçı Filistinli ailelerin kendi istekleriyle evleri boşalttığını ve yahudilere sattığını anlatıyor, eve giriyorlar, bavullardan tutun da su bardaklarına kadar her şey olduğu gibi duruyor. O emlakçının soğukkanlılığı, sonsuz rahatlığı falan.



Beni en çok bu ev meselesi etkiledi, barbar kocam ise bir şarap üreticisine takılmıştı. Bağı var adamın, dünyanın her tarafından gönüllüler geliyormuş, üzüm toplamaya yardım etmek için. Ama bir noktaya kadar dokunabiliyorlar üzümlere, sonrasında bağın sahibi izin vermiyor çünkü şarapların koşer olması lazım, yahudi olmayan insanlar mekruh. Adam gönüllülerin yüzüne yüzüne söyledi bunu ve tiksintisini televizyon ekranından bile hissedebildik. Kameralar yokken gönüllülere tükürüyor olma ihtimali çok yüksek.

Bir saat boyunca İsrail'deki durumu gayet iyi anlatıyor belgesel, Filistinliler'in nasıl evlerinden, topraklarından edildiğini, kanun manun hiçbir şeyin olmadığını; inanılmaz bir manyaklık hüküm sürüyor ve hepimiz seyrediyoruz.

Kimsenin seveceğimi zannetmediği ama sevdiğim filmler genelde bilimkurgu filmler ve korku filmleri. Tabii burada şöyle bir tuhaflık var, ben zaten seviyorum bu iki türü. "Zannetmeyen" taraf olarak barbar kocam inatla sevmeyeceğimi düşünüyor. İkna da edemiyorum. Film boyu yan gözle bana bakıyor, ne zaman sıkılacağımı kestirmeye çalışıyor, görmemezlikten geliyorum.

Kirli zevkim olarak nitelendirebileceğim film değil de dizi var, TV8'deki Maral.


Son iki bölümü kaçırdım ama allah biliyor, gözümü kırpmadan seyrediyorum. Çünkü Adını Feriha Koydum'u da böyle seyrettim, Aşk-ı Memnu'yu da. Herhalde bu kızdan hoşlanıyorum. Ya da ekip aynı ekip, bir şey yapıyorlar ve ben hipnotize oluyorum. Yoksa çekilecek şey değil, yeni bölüm diye açıyorum, bir önceki bölümü olduğu gibi veriyorlar, hiçbir karakterin sevilecek bir yanı yok. Yani ben kızların elbiselerine ve New York'a baka baka, o arada kendimi hikayeye de kaptırarak sezon sezon Gossip Girl seyretmiş insanım, bunda bakacak şey de yok.

Neyse, böyle işte.


Viewing all 795 articles
Browse latest View live